31 Aralık 2009 Perşembe

Ulan Bator' da parti zamanı



Yeni yılın gelişi, dünya üzerinde çok az yerde buradaki kadar şaşaa ile kutlanıyor olsa gerek. Sanırsınız ki 1 Ocak' ın yılın ilk günü olduğuna burada karar verilmiş, miladi takvimi dünyaya Moğollar hediye etmiş vs. Aralık ayı acaip hareketli ve renkli geçiyor.

Aralık ayı dendi mi partiler başlıyor. Bilumum kurum ve kuruluş parti veriyor, bu partilerdeki ambians da yaşanmadan anlatılmaz cinsten. Beyler smokinli, hanımlar ise abiye saç ve kıyafet olayının dibine vurmuş. İşe gider gibi giyinip gittiğim bir iki partide fena halde kontrpiyede kalmışlığım var. Masalarda bildiğiniz ve bilmediğiniz bir dolu içki var, viskisinden konyağına, şarabından votkasına, en lüks markalar... İçkinin su gibi akması deyiminin ne demek olduğunu burada anladım :)). Millet Aralık ayı boyunca yeme, içme, dans etme ve sarhoş olma halinde :)).



Şehrin ana meydanına (Sukhbaatar meydanı) 31 Aralık' tan günler önce dev bir yılbaşı çamı kuruluyor. Bütün restoran , mağaza vs. mekanlar süsleniyor, görevliler ortalıkta Noel Baba şapkasıyla geziyor. Hatta az önce TV' de sunucunun da Noel Baba şapkalı olduğunu gördüm :).

Her yerde iki şarkı çalınıyor: "We wish you a merry Christmas, we wish you merry Christmas and happy new year" ve de "Last Christmas I gave you my heart and the very next day you gave it away". Üçüncü bir şarkı yok, varsa da ancak "Jingle bells jingle bells" tir :)).



Bir de havai fişek çılgınlığı var. Bir ay boyunca her gece patır patır, her yer havai fişek. Öyle ki, gece bir buçukta bir patırtıyla yataktan fırlayabilirsiniz, burası Ulan Bator, yok öyle... Her an, her yerde havai fişek patlayabilir :)).

Geçen yılbaşı gecesi biz de meydandaydık. Meydan Paris' ten çok daha coşkuluydu. Eksi bilmemkaç derece hava nedeniyle hıncahınç değildi elbet . Ama kalabalık her şey demek değilmiş :). Gerçi biraz da tehlikeli bir ortamdı, dibimizde havai fişek patlatan mı istersiniz, yerdeki votka şişesi kırıkları üzerinden mi sekersiniz...

Tüm bu coşkunun, kökleri ülkenin siyasi tarihine uzanan (ehemm :) bir nedeni var. Efendim, ülke komünist rejimle yönetilirken her türlü dini, geleneksel bayram, kutlama yasakmış. İnsanlar bunları saklı gizli kutlarmış. İzin verilen tek kutlama yılbaşı imiş. Durum böyle olunca millet de kutlama güdüsünü yılbaşı ile giderir olmuş. Ondan sonra gelsin partiler, gitsin içkiler :)).

Son olarak, bu memlekette "yılbaşı mania"sının en güzide örneğine değinmek isterim. Trafik polisleri Noel Baba kılığındaydı. Hatta şehrin en işlek kavşağındaki Noel Baba polisin durduğu platformun etrafında, yine Noel Baba bir dizi polis, çember halinde, ellerinde trafiği yönettikleri aletle koşarak gösteri yapıyorlardı :)). Yanımda fotoğraf makinesi olmadığına çok yandım. Burası renksiz bir şehir ama bu renksizliğin içinde bile aniden çok acaip, hatta anormal renkler ve tonları çıkabiliyor.

Yılbaşının en coşkuyla kutlandığı, gri ve soğuk memleketten herkese, coşkulu, renkli ve sıcak bir yeni yıl diliyorum :)).

  • Bugün özlenen: Çok tuhaf, eski şirketimin yılbaşı yemeklerini özledim. Moğollar' ın su gibi içmesinden bahsedince çağrışım mı yaptı acep :). Alkol almakla Asyalılık arasında doğru orantı mı var ne...:))
  • Bugün izlenen: The Hangover. Bekarlığa veda partisi için Las Vegas' a giden ve başlarına gelmedik kalmayan bir damat, iki kankası ve kayınbiraderinin hikayesi. Bir gece ne kadar içilebilir, o gece yapılanlar ne kadar hatırlanmaz, olaylar nasıl karmaşıklaşıp absürdleşebilir üzerine bir komedi. Bonusu Mike Tyson :)).

21 Aralık 2009 Pazartesi

Moğol işi "araba sevdası"



Ulan Bator keşmekeş trafiği ve çılgın şoförleriyle meşhur olabilir. Lakin bu adrenalinsever şoförlerin bindiği araçlar da bu şöhretten pay almalı.

Malum, Moğolistan "outdoor" bir ülke, sağa dön step, sola dön dağ, tepe, düz git nehri aş, dön dolaş... Dolayısıyla buralarda cip nüfusu epey kalabalık. Çoğu da öyle "şehir içi takılayım" ciplerden değil hani, enine boyuna araçlar. Enteresan olan bu ciplerin lükslüğü. İstanbul' da bir Bağdat Caddesi olsun, bir Etiler olsun, oralarda olmayan model ve markalar fink atıyor burada. Hele bir de Hummer fenomeni var ki, öyle böyle değil. Bazen oturduğumuz mekandan dışarı bakıp Hummer saymaca oynuyoruz :)).



Kafa karıştıran bu kadar lüks araca kimin bindiği. Kişi başına gelirin Türkiye'ninkinin dörtte biri olduğu bir ülkede, bu lüksün keyfini kimler sürüyor acaba... Ortalama araç epey az, ya döküntü şeyler ya da lüks cipler dolaşıyor ortalıkta. Ülke ekonomisinde iyi kötü dönen bir para var ama bu dönüşün akışı hangi değirmenlere, o ayrı...



Burası da bizim apartmanın avlusu. Gündüz vakti otopark görevi gördüğünden oto galeriye dönüyor. Bizim ev en üstte, sağdan üçüncü pencere (uzun pencere hariç).



Buraya ilk geldiğimizde araçların döküntülüğü karşısında afallamıştım. Hangi araba yol ortasında dağılıverecek diye bekliyordum. Buradaki araçların yarısından - çok- fazlası, cevval Türk karayolları tarafından bağlanır (gerçi sonradan yeni trafik düzenlemesi yapıldı, döküntü araçların bir kısmı bağlanmış, artık durum sanki daha iyice). Kore, Japonya ve Hong Kong' daki bilmemkaçıncı el araçlar için Moğolistan mümbit bir pazar. Hong Kong etkisiyle direksiyon yeri karma takılıyor :). Trafik bizdeki gibi sağdan akmasına rağmen direksiyonların bazısı sağda, bazısı solda.

Yukarıdaki araç, Moğol sürücülerin en çok tercih ettiği model ve renge bir örnek. Farklı markalarda olsa da beyaz, uzun ve geniş araçları pek seviyorlar.



Araçların durumu bir yana, dış ve içlerini de kendilerince dekore ediyor Moğollar. Dışına çıkartmalar, yanar döner aksesuarlar, sis lambaları vs. konduruyorlar. İç mekanlar ayrı alem, perde takan da var, dantel örten, kilim seren de. Burada yolda elinizi kaldırdığınızda tüm araçlar (cipler ve diplomatik araçlar hariç) taksi olarak emrinize amade, taksi gerektiğinde büyük kolaylık, araçların içini oradan biliyorum :)).

Ama asıl dikkat çeken, tuhaf renkli Hyundai çokluğu. Rengarenk, oyuncak hissi veren renklerde Hyundai' ler dolanıyor. Başka yerde var mı, bilmiyorum, Hyundai bu renkte araçları niye üretip nereye satıyor, onu da bilmiyorum. Ama şehir fuşya, parlak pembe, bonibon sarısı gibi renklerde arabalarla dolu. Aşağıdaki (ve üstteki) fotoğraflarda renklerin acaipliği çok belli olmayabilir, yakın vadedeki hedefim fuşya Hyundai' yi tenhada kıstırıp belgelemek :)).






  • Bugün özlenen: Her ne kadar Adana' dan sucuk, İzmir' den tulum peynirini yeni teslim almış; markette bizim taş fırın ekmeğine benzer Alman ekmeği bulmuş olsak da memleketimin kahvaltı sofralarını ve kahvaltıdan sonra yayılıp gazete okumayı özledim (gazeteyi internetten okumak nereye kadar, gazete hışırtısı canmış :).
  • Bugün izlenen: Bienvenue Chez les Ch' tis. Bu film gösterimdeyken Fransa' da yer yerinden oynamıştı (ben Paris' teyken, ehemm :)). Fransa' nın en güneyinden en kuzeyine tayini çıkan bir posta müdürünün hikayesi. Kuzey Fransa pek makbul bir yer değil, soğuk, işsizlik, acaip bir şive vs. Neyse, müdür çok korkarak gider, eşini götürmez filan. Ama orada çok güzel insanlarla karşılaşır, dostluklar kurar. Onun hayatı güzelleşirken oradaki arkadaşlarının da hayatı iyiye gider. Süper değilse de sevimli bir komedi, insan hafifliyor. Bir de samimi bir film, samimiyeti de filmi yazan, yöneten ve filmde önemli bir rolde oynayan Dany Boon' un oralı olması. Filmi de annesine ve memleketine adamış zaten.

17 Aralık 2009 Perşembe

Ulan Bator' da her şey birdenbire oluyor



... her şey birdenbire oldu;
birdenbire tütmeye başladı duman topraktan;
filiz birdenbire oldu, tomurcuk birdenbire.
yemiş birdenbire oldu.

(Orhan Veli)

Hava bugün -24 derece (gece kaç derece olacak, merak etmiyorum). Bir de bugünlerde kömürden kapkara. Nefes alırken soğuğun ve kömürün burnumdan girip damarlarımdan tüm vücuduma dağıldığını hissedebiliyorum. Burnum soğuktan düştü düşecek zaten, yanakları ancak kapatıyorsun, yüzler, kaşlar, kirpikler buz tutmuş. Af buyurun, eşek ölüsü ağırlığındaki Moğol işi paltom incecik yağmurlukmuş, kar botlarım babet, deve tüyü çoraplarım naylonmuş gibi. Dışarı adım attığın an hava sana "halt yeme, evinde otur, burada ısıtma sistemini döşeyen Sovyetler' in ruhuna Fatiha oku" diyor. Isınma cihetinde komünizm güzel şeymiş vesselam :)).



Neyse, geçeyim bunları. Buraya da bahar geliyor bazı bazı. Ben de bu aralar o günlerin hayaliyle yaşıyorum :)). Hem de çok acaip bir bahar geliyor. Bir gün bakıyorsun her yer gri ve tonları, ertesi gün bakıyorsun yeşile durmuş. Çok acaip. Mayıs ayında ilk yağmur damlasıyla şehir bir gecede yeşilleniyor. Öyle ay tomurcuklar açtı, filizler çıktı, yapraklar başlarını uzattı değil; pat diye yeşeriveriyor etraf. Bozkırın insanı güçlü denir ya, bitkisi de güçlü. Ölmüyor, uykuya yatıyor, dürtünce de ayağa fırlayıveriyor. Nazlanma yok :)).



Yeşili görünce şaşırıyorsun, hep bu bozlukta yaşıyormuşsun da renkleri ilk defa görüyormuşsun gibi. Renksizliğe ve hareketsizliğe alışmışsın, farkında olmadan gözün de zihnin de bezmiş. Kışın (burada yılın yarısından çok fazlasına tekabül eden bir mevsim) dallarla binalar, yollarla duvarlar aynı renk. Ama ilk yağmurda şehir kabuk değiştiriyor, yeşilin, ağacın, çiçeğin, börtü böceğin, kuşun, kelebeğin değerini daha iyi anlıyorsun. Neyse ki hava genelde güneşli, bir de güneş olmasa n'olurdu bilmem. Rabbim bir yerden aldığını bir yerden veriyor işte, müreffehler şahı İskandinavya yöresi bir damla güneşe hasretken biz burada günlük güneşlik ayazistan krallığındayız :)).



Yukarıdaki, Türk Büyükelçiliği' nin yazlık görünüşü. Aşağıdaki de kışlığı. Bir nevi öncesi/ sonrası :). Burada her şey birdenbire oluyor...




  • Bugün özlenen: Sokak kedileri. Burada sokak köpeği çok da kedi yok. "Filanca yerde dolanan bir kedi gördüm" denecek kadar az sayıdalar. Moğollar kediden klinik ölçüde hazzetmiyor, uğursuz, nankör hayvan vs. muhabbeti. Peki ama nerede bu kediler? Üçü bizim apartmanın önündeki dev çöp çukurunda, yemek artıklarını onlara veriyoruz, hatta bazen onlara kalsın diye özellikle yemek artırıyoruz. Çok yabaniler. Nerede İstanbul' un her delikten çıkıp insanoğluna tınmayan cool kedileri... Kurtuluş' un sokakları, araba altları üstleri, pencere girintileri, kapı oyuntuları, her yeri kedi kaynardı. Gerçi Kurtuluş' un evleri de sokak kedisi besleyen teyze kaynardı :)).
  • Bugün izlenen: Spanglish. Adam Sandler ile fıstık bir Latin (Paz Vega) başrolde. Efendim, kocası terk edince Paz Hanım kızını alıp Meksika' dan ABD' ye taşınır, ekmek parası. Kızını okutabilmek için, nevrotik Tea Leoni ile nevrotik karısından ve hayattan bezmiş ünlü aşçı Adam Sandler' ın evinde hizmetçiliğe başlar. Evin hanımı ve beyi, Paz ve kızına yaklaşmaya, iyilik yapmaya çalıştıkça Paz daha da takıntılanır, kızını Amerikalı değer ve yaşayıştan uzak tutmaya çalışır. İki arada bir derede kalır. O esnada evin hanımının nevrotikliği artmakta, evin beyinin gözü de hizmetçiye kaymaktadır. Hafif bir dram, süresi durağanlığına göre fazla uzun. İki saat yerine 80-90 dakikaya pek ala sığdırılabilirdi. Hadise Meksikalı kadının kızı gözünden anlatılıyor, enteresan birkaç sahne var.

29 Kasım 2009 Pazar

Ulan Bator' da dostluk parkı, parksızlık dostluğu



Kasım' ın başlarında burada Moğol-Türk Dostluk Parkı açılışı vardı. Park yerine karar verilmesi, peyzajının yapılması, bürokratik süreç derken Kasım' a yetişti, açılışı da Türk- Moğol karma heyeti yaptı.





Park aslında epey büyük bir alanda, sanırım 18 hektar. Öyle bizim ilçe belediyelerinin yol kenarına yaptığı mini parkımsılara benzemiyor. Ama güzelliği yaz gelince anlaşılacak, şimdi her şey kupkuru ve soğuk. Bayağı bir çalışma yapılmış, fıskıyeli havuzda rengarenk ışıklı oyunlar olacakmış, parktaki hayvan heykellerinin altında müzik tesisatı varmış, müzik yayını olacakmış vs.



İnsan bayrağını görünce bir tuhaf oluyor canım :)). Arka fondaki kunt bina da Ulan Bator Oteli, bir zamanlar şehrin tek lüks oteliymiş, SSCB ekabirinin buraya ziyaretlerinin ev sahibiymiş. Zaten yine bayrağın arkasındaki inşaat eski Komünist Parti binası, otelle Parti binası komşuculuk oynarmış vaktiyle :)).

Ulan Bator' la yurdum şehirleri, parksızlık konusunda pek sıkı fıkılar. Bozkırdan göçen ve bozkırda kalan nesiller, yeşile düşmanlık konusunda fikir ve gönül birliği etmişler sanki, DNA' mıza işlemiş. Burada da şehir kupkuru, şehirden çık, dağ bayır yemyeşil, memleket benzeri... Hadi burada iklim müsait değil, ekonomik durum ve dolayısıyla öncelikler farklı, bize ne oluyor... En bereketli topraklarda, en müsait iklimde kupkuru, gıpgri oturuyoruz, oturtuluyoruz. Nefes alacak, gözün ve zihnin bezginliğini silecek bir dal yer yok, olana da üç vakte kadar alışveriş merkezi dikilir zaten. Vaktiyle Pakize Suda yazmıştı, "Türkler' in en büyük ortak özelliği boş bulduğu yere beton dökmektir, dökmezsek rahat edemeyiz" diye.



Amma sinir yaptım yahu :)). Neyse, parkın devamında Lenin' in kalan son heykellerinden biri var. İnsan zaman tüneline girmiş gibi oluyor. Lenin, karşısında pıtrak gibi biten tuhaf binalara bakıyor, eskiden Lenin Müzesi olan yerin şimdi teknomarket olmasını da düşünüp fena oluyordur herhalde. Ne bileyim, bazen komünizm fena değilmiş diyorum. Burada bir önceki neslin eğitim seviyesinin, okur yazarlık oranının yüksekliği, şu an üst düzeydeki bürokratların (bir kısmının tabi) köyde doğup büyümüş, devletçe Moskova' da okutulmuş - misal- çoban çocuklar olması ama yeni neslin ne eğitim, ne iş alanında bu kadar şanslı olup, şehrin sokaklarında öfkeli bir dolu delikanlının dolaşması insanı düşündürüyor. Sonra markete gidiyorum, "ay şu marka cipsi mi alsam, bu markayı mı, aman da hardal varmış" diyerek tüketim sürecine girip özüme dönüyorum :). Hem 30' undan sonra solcu olana ne denirdi :) ?

Mevzuma döneyim. Park güzel oldu, gidip parkta vakit geçirmek için havanın ısınmasını, ortalığın yeşermesini bekliyoruz. Uzun vadede gerçekleşecek bir istek, önümüzde -30' lar, 40' lar duruyor daha. Ama bir de hava ılımanlaşıp yağışlı mevsim başlayınca daha ilk damlalarda yol bel yeşeriveriyor. Her şey birdenbire oluyor :)).

  • Bugün özlenen: Kurtuluş' taki evimize temizliğe gelen bir Nuriye Hanım vardı, giriş katında oturan Madam Marika' nın has elemanı. Onu özledim yahu, ne mukallit kadındı :)). Yaptığı işi kendi de beğenmeden gitmezdi. Buradakilerle (dil probleminden kelli elbet) sohbet edememek bir yana, genelde hangi deterjanla, hangi bezle neresi silinir bilmiyorlar.
  • Bugünlerde izlenen: Bir Big Bang Theory olsun, bir Mad Men olsun, artık Allah ne verdiyse...:))

6 Kasım 2009 Cuma

Moğolistan o kadar yeşil(miş) ki...



Efendim, Moğolistan' ın çayırına çimenine devam etmekte fayda var. Ulan Bator kış grisine bürünmüşken, bu memleketin baharını yazını hayal etmek en güzeli :).

Her daim büyük şehirden uzaklaşmak gerek. Toprağa basmak, yeşile bakmak, su görmek gerek. Bu memlekette de bu şehirden uzaklaşmak gerek. Moğolistan nedir, doğası nasıldır, dereler, tepeler nasıldır görmek için Ulan Bator' da kalmamak, atlayıp dağa taşa gitmek gerek. Yoksa insan Moğolistan' ı- bencileyin- gri, boz ve tozdan ibaret sanma yanılgısına düşebilir.



Şehirden çıkar çıkmaz göz alabildiğine yeşil ovalar uzanıyor. O sonsuz düzlükte, insana kendini dev bir çiftlikte yaşıyormuş gibi hissettiren sayısız büyükbaş ve küçükbaş hayvan otluyor. Görünürde bir Allah kulu yok ama kendi kendilerine, rahatça yayılmış o kadar çok hayvan var ki... Ne bileyim, onların evine hurra diye dalmışız gibi, gürültü ederek rahatlarını bozmuşuz gibi... Sen o manzaraya fazla teknolojik kalan cip "içinde" azsın, onlar en organik "dışarıda" çoklar... Arada üzerinde binicileriyle koşan atlar var, hakikaten zarif bir görüntü.



(wikipedia.org)



Neyse, bu kadar edebiyat yeter :). Geçen Temmuz' da, şehre 80 km. uzaklıktaki Terelj Milli Parkı' na gitme şansımız oldu. Şans diyorum zira hem burada özel araç olmadan/ kiralamadan gezmek mümkün değil (şehirlerarası taşımacılık diye bir şey varla yok arası) hem de Haziran ve Temmuz aylarında tüm hafta sonları yağmur yağdı.





Burası epey bilinen, içinde birçok turistik ger kampı olan bir milli park. Misafirler gerlerde kalıyor, gerler büyük ölçüde otantik şekilde dayanmış döşenmiş. Tuvalet, banyo dışarıda. Bizdeki, sahillerin beton yığını haline gelmesinden önceki zamanların çadır mocamp' larına benziyor.



Biraz tırmanıp yukarıdaki ovoo' yu yakından görebildik. Taş maş yığmamışlar altına, niye ki...


(trekearth.com- Xke)

Terelj' de görülmeye değer şeylerden biri de Kaplumbağa Kayası". Terelj' e tekrar gidip kalmak, tosbiğin fotoğrafını çekmek ve tepesinde kendiminkini çektirmek de nasip kısmet olur inşallah :)).

  • Bugün özlenen: Bina numarası ve sokak ismi uygulaması. Buradaki adres tarifine hala alışamadım, postanenin arkası, bilmemne bankasının çaprazı diye aramakla, birbirinin aynı binalar arası yürümekle yolları aşındıracağım :).
  • Bugün izlenen: Back Soon ya da İzlandaca adıyla Skrapp Ut. İlk defa İzlanda filmi izledim, çok matraktı. İzlandalı bir şair kadın, çocuklarını alıp başka ülkeye taşınmak ister, dolayısıyla paraya ihtiyacı hasıl olur. Aynı zamanda memleketin en büyük "ot" tedarikçilerindendir. Müşterilerinin numaralarının kayıtlı olduğu (ki müşterileri Reykjavik' in yarısına tekabül etmektedir :) cep telefonunu satıp planın finans yönünü halledecekken telefon akla hayale gelmedik bir yere girip kaybolur. Telefon sırra kadem basar, şair kadın telefonun peşine düşer, onun hakkında tez yazan naif Fransız öğrenci de onun peşine düşer. Telefonun aranması ve bulunması sürecinde, şairin müşterisi olan birçok kişi de onun evinde takılır vs. Arada dramatik öğeler olsa da (ehemm :) çok eğlenceli.

1 Kasım 2009 Pazar

Hepimiz pratik bozkır insanıyız


(psdblog.worldbank.org)

Bu aralar çok gezentiyim canım, "koltuğa yayılıp kalmama" kampanyam çerçevesinde mümkün mertebe dışarı çıkıyorum :)). Bu çıkışlardan biri de Gobi Kaşmir' de indirim günleri vesilesiyle oldu ve Moğol hemcinslerim sayesinde pek eğlendim.

Gobi Kaşmir demişken, Gobi buraların en büyük kaşmir konfeksiyoncusu. Vaktiyle Moğollar' la Japonlar savaşmış, Japonlar da savaş tazminatı olarak Gobi fabrikasını kurup Moğol Devleti' ne vermiş. Birkaç yıl öncesine kadar devlet şirketiymiş, özelleştirmede Japonlar almış :).



Bu hafta sonu Gobi' de indirim vardı, geçen sezondan kalanları elden çıkarıyorlardı sanırım. Merak edip gittim, ortam "bir cumartesi günü Bahariye Mango Outlet" havasındaydı :). Tezgahlara değil bakmak, yanaşmak bile mümkün değildi. Moğol kadınlar da omuz atmak konusunda epey başarılı hani :). İstanbul' daki bir Beşiktaş olsun bir Yeşilköy olsun, pazar deneyimlerimden faydalanıp araya dalarak bir kazak kaptım. Hatta daha da ileri gidip hem M hem de S bedenini buldum.



Bir köşede acaba M mi olsun S mi olsun diye kazakları ölçüp biçerken olaylar gelişti :). Elimdeki kazakları gören bir Moğol teyze bana Moğolca bir şeyler anlatmaya başladı. Tek kelime anlamasam da konuşmasındaki uyarı tonundan huylandım ve bildiğim iki üç kelime Moğolca ile "Bu kaşmir değil mi?" dedim, dediğimi sanıyorum en azından :). Neyse, teyze ısrarla konuşmaya devam etti, "üç üç" hareketi yapmaya başladı. Anlamadım, "Teşekkürler kız kardeşim" dedim (burada tüm kadınlar bacı, hitap böyle), satıcıya yöneldim. Adam etiketleri göstererek işaret diliyle bana tek kazağın 39 bin tugrug (Moğol para birimi, değeri yaklaşık TL kadar), üç tane alırsam 99 bin olduğunu söyledi.



O kalabalığa tekrar dalamam deyip upuzuuun kasa kuyruğuna girdim. Sırada, elimde tek kazak olduğunu gören bir Moğol kız (onun elinde de tek kazak var) bana doğru Moğolca bir şeyler söylemeye başladı, hiç üstüme alınmadım. Ben buz gibi durunca yanındaki arkadaşı yine Moğolca hamle etti. Hamle edenin elinde de tek kazak olduğunu görünce uyandım, teki 39 bin, üç alana 99 bin olayı... Kızcağız cep telefonunu çıkarıp bana 39 bin, üçle çarp, 99 binden çıkar vs. hesaplar göstermeye başladı. Ok dedim, madem üçümüz kazağa girip kâr edeceğiz, neden olmasın :). Hemen sıraya giren kıza ödemeyi yapıp İstanbul' da minibüste arka dörtlü anılarına daldım. Birbirini tanımayan dört yurdum insanının organize olup, bozuk paraların tüm parası olanda toplanmasıyla oluşan yurdum pratikliğinin çok da uzak olmadığını görüp sevindim :). Aynı şey, alışverişin tek elde birleşip kâr edilmesi (ya da zaman kazanılması) bir Fransız' a teklif edilse ne tepki verirdi acaba...

Neyse, mekandan çıkarken, başta beni tespit edip "üç üç" diyen teyzeyi gördüm. Bana "hayırlı olsun, neyse ki olayı çözdün" der gibi gülümsedi :)).

Moğollar' ın pek yabancı dostu olduğu söylenemez. Ama alışverişte bazen çok pratik olanı, hatta dostça çözümler sunanı da olabiliyor. Bundan tam bir yıl önce bir pazar öğleden sonrasını perde halkası arayarak geçirmiştim. Perde halkası diye öğrendiğim Moğolca kelime meğer elbise askısı demekmiş, elde var sıfırdı. Sonunda, işaret diliyle derdimi anlayan bir satıcı kadın elinde kalan son halkayı bana vermiş ve Moğolca "Al bunu, bende de son kaldı zaten, ararken satıcılara gösterir derdini anlatırsın" demişti. Bunu Moğolca söylemişti tabi, ama bazen yüz ifadesi ve ses tonu iletişimde daha anlamlı olabiliyor :)).

  • Bugün özlenen: Valla aslında özlenen her daim çok da bugün başka, zira dolapta 29 Ekim resepsiyonundan kalan lahana sarma ve şekerpare var, heyt :).
  • Bugün izlenen: Last Orders. Sakin bir İngiliz filmi. Hayatları birlikte geçmiş dört amcadan biri ölür. Vasiyeti de yakılmak ve küllerinin arkadaşları tarafından, gençliğinin geçtiği yere savrulmasıdır. Üç arkadaş ve ölenin evlatlık oğlu yola çıkar, yolda ortak anılardan bahsetmeye başlar, flashback' ler girer. Ortaya Bob Hoskins ve ölen Michael Caine' in karısını canlandıran Helen Mirren' in çok iyi oynadığı, anılar eşliğinde bir yol filmi çıkar. Çok acaip, sanki hiçbiri oyuncu değil de yönetmen kamerasını herhangi bir İngiliz pub' ına ya da dost olan üç yaşlı adamın yolculuk ettiği arabaya çevirmiş gibi.

24 Ekim 2009 Cumartesi

Deliye her gün bayram, Moğol' a Temmuz Naadam

Bugünlerde Moğol kışının "ılıman" günleri yaşanıyor. Ilımandan kasıt palto giyilecek, atkı takılacak ama içlik henüz hayati değil :)). Memleket griye döndü, ben de geç kalmış bir Naadam kaydı yazıp buraların yeşil mevsimine sanal bir giriş yapayım.

Buranın en büyük hadisesi Naadam. Kelime anlamı oyunlar, Temmuz ortasında kutlanan, Moğol Devleti' nin kuruluş yıldönümü şenlikleri. Üç gün süren kutlamalar ve yarışların en büyüğü Ulan Bator Stadyumu' nda ama ülkenin her yerinde bayram, seyran ve yarışlar yapılıyor.



Stadyum' daki gösteri ve yarışlar, yeni Devlet Başkanı Elbegdorj' un konuşmasıyla başladı. Platformun ortasında, beyaz del içinde konuşan fötr şapkalı adam başkan, sol arkasındaki gri del' li ve şapkalı da devlet protokol müdürü (geleneksel törenlerde hep del ve şapkalılar).



Başkan' ın konuşması sonrasında geleneksel kıyafetli atlılar, tuğlar taşıyarak geçit töreni yaptı. Tuğlar sanırım Cengiz Han' ın süvarilerinin simgesi, vaktiyle çadırların önüne dikilirmiş. Tuğ aynı zamanda eski bir Türk simgesi, Moğollar' la akraba mıyız neyiz :)).





Tören, yine geleneksek kıyafetli Moğol binicilerin şovuyla sürdü. Kovboy filmlerinde görürüz ya, Kızılderili atın üzerinde yan yatar, ayağa kalkar, hoplar, zıplar, hepsi gerçekmiş. Fantastik hareketler gösteren bir fotoğraf çekemedim ama durum budur. At üzerinde inanılmaz şeyler yapabiliyorlar. Daha da inanılmazı, ufacık çocuklar ne binicilik numaraları çekiyor, of ki of. Ufacık derken şöyle söyleyeyim, bu şov için yasal alt sınır beş yaş. Ama buna sadece Ulan Bator' da uyuluyormuş. Diğer kentlerde üç- dört yaşındaki çocuklar at üstünde şovdaymış. Moğollar resmen yürümeyi öğrenmeden ata binmeye başlıyor. Tanıştığımız üst düzey yönetici bir Moğol hanım, babasının yarış atı yetiştiricisi olduğunu, gözünü atlarla açıp atın kılından, tüyünden, dışkısından vs. atın kilosunu, ruh halini ve yarışlara hazır olup olmadığını anladığını anlatmıştı.

At yarışlarına da değineyim, Naadam' da at yarışları bir acaip. Yarış, hipodrom yerine kırsalda, 35 km.lik bir parkurda oluyor. Heyecan farklı, öyle hipodrom ya da F1 gibi değil yani :)). Yarış sonuna doğru yorgunluktan çöken, çatlayan atlar oluyormuş. Bu atları ayağa kaldırmak için de böğürlerine tekme atılıyormuş, görenlerin yalancısıyım. Neyse, bu yarışın ufak ölçeklisi de çocuk biniciler arasında yapılıyor. Bu yarışın hem birincisine hem sonuncusuna ödül veriliyor. Sonuncuya ödül gerekçesi de pek hoş: "Sonuncu oldu çünkü antrenör çok tecrübesizdi, binici çok toydu, yol çok engebeliydi ve kırbaç çok kısaydı".



Efendim, geleneksel Moğol kıyafetleri defilesi de eksik değildi :).



Stadyumda gösteriler devam ederken diğer alanlarda oyunlar (yarışlar) başlamıştı. Naadam' ın sloganı "erkek işi üç oyun". Bu oyunlar da at yarışı, okçuluk ve güreş. At yarışı ve güreş tamam da, alt fotoğrafta görüleceği üzere, kadın okçular da var.




(farm4.static.flickr.com)

Moğol şenlikleri tabi ki güreşsiz olmaz. Biz güreş oyunlarına gidemedik. Aslında güreşe ayrı bir kayıt ayırmak daha iyi. Çünkü burada güreş çok önemli bir spor. Sadece güreş için kullanılan dev bir salon (ger biçiminde, güreş sarayı diye geçiyor) ve yayınının çoğunu güreşe ayıran bir spor kanalı var. Aslında bizim Kırkpınar' la epey benzeşiyor. İncelemek lazım.

  • Bugün özlenen: Sabahları gazete keyfi, özellikle hafta sonları. İnternetten okumak nereye kadar, eline alıp sayfaları hışır hışır çeviremedikten sonra...
  • Bugün izlenen: Anche Libero Va Bene. Nereden bulduğumuz hakkında hiçbir fikrim olmayan bir İtalyan filmi, İtalyan' dır neşelidir diye açtık, bunalım çıktı. Babası ve kızkardeşiyle yaşayan bir erkek çocuğun gözünden aile içi gerilimler ve geçim sıkıntısı. İsterik anne habire evi terk edip durmaktadır, çocuklara sıkıntılı baba bakmaktadır. Baba iyidir, ilgilidir ama kameraman olduğundan belirli bir iş saati yoktur, çocuklar sıkça yalnız kalmaktadır. Babanın en büyük isteği oğlunun yüzme şampiyonu olmasıdır. Ama çocuğun aklı futboldadır, babasına söyleyemez. Aktivite olarak arada sırada çatıya çıkıp etrafa bakar, üst kattaki zengin ve mutlu aileye özenir ve mahalle futbol maçlarını izler. İyi güzel, sanat sepet de niye izledik ki bu filmi... Çocuk çok sevimliydi ve iyi oynuyordu, ondan zahir.






12 Ekim 2009 Pazartesi

Memleketten eve, Latin alfabesinden Kiril' e dönüş


(www.2600.com, Moskova aktarmalı Ulan Bator seferime atfen :)

Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler... Memlekette geçirdiğim iki ay boyunca içinde yüzdüğü denizi yeni gören balık gibi debelendim. Ağaçlara baktım, çiçeklere baktım, refüjlere, refüjlerdeki yeşilliğe, kaldırımlara, büyük küçük bütün tabelalara (alfabeyi okuyabilmek çok güzel), ışıklı ışıksız vitrinlere, balkonlara baktım. Bilumum toplu taşıma aracına bindim, yolda belde konuşulanlara kulak kabarttım (konuşulanı anlamak çok güzel). Elime geçen her gazeteyi ıncık cıncık okudum, pazara gittim, kilolarca taptaze sebze, meyve, çay süzgeci, bulaşık bezi ve daha bir dünya ıvır zıvır aldım, esnafla muhabbet ettim, marketlerde bütün reyonlara baktım, içim açıldı, memleket peyniri, zeytini, domatesi, biberi, şeftalisi, kavunu yedim. Evdeki tüm pencereleri açtım, uçuşan perdelere baktım. Televizyonu açtım, izdivaç programından ana haber bültenine, her şeyi izledim, sınırsızca zap yaptım. Komşu teyzelerle dizi eleştirisi yaptım, laf dinledim, açık çay getirdim, aslında hiç yapmayacağım yemek tarifleri aldım, anında unuttuğum mutfaksal püf noktaları öğrendim. Dışarı çıkmadan önce kat kat giyinmeye gerek kalmadan bir şort bir tişört sokağa çıktım. Mağazalarda beden beden, renk renk kıyafet baktım (maksat her kıyafetin bedeni, rengi vs. olduğunu görmek). Eşi dostu gördüm, telefonum bile çaldı, yemek yapmadım, ütü yapmadım, bulaşık makinesini sevdim okşadım (burada yok da). Kapıyı içeriden açan değil de dışarıdan çalan oldum. Nihayetinde rengini, kokusunu, yolunu yordamını, sevincini, neşesini, küfrünü, kabusunu bildiğim insanların arasından, kendi memleketimden; Kiril' le yazılıp itişip kakışarak okunan, başkalarının gri gözlü, boz yüzlü memleketine döndüm.



Ben gideli neler olmuş, kış yatıya kalmaya gelmiş, kalan bir iki yeşil dal da bir iki güne özüne bozuna dönermiş. Barış Bulvarı' nın asfaltı yenilenmiş, artık fi tarihinden kalan asfaltlı ana caddede off road heyecanı bitmiş, darısı şehirde diğer caddelerinin başınaymış. Bulvar boyunca sokak lambaları gece de yanıyormuş. Kaldırım yine "yer yer görülen" bir düzenlemeymiş. Kafelerin terasları kapanmış, yağmurlar çoktan bitmiş, kar başlamış. Merkezi ısıtma zaten 15 Eylül' de yanmış.

Biz geleli bir yıl olmuş, az durmuşum düz durmuşum, dere tepe düz durmuşum, bir de bakmışım ki bir arpa boyu yol bile kıpırdamamışım :)).

  • Bugün özlenen: Çerez... Beyaz leblebi, fıstık, çit çit çekirdek... Geniş Aile dizisini izledik de Youtube' dan, bölüm kuruyemişçide geçiyordu :)
  • Bugün izlenen: Prete Moi Ta Main, Fransız komedisi, inanılmaz ama gerçek :). Evliliğe sıfır niyetli, müzmin bekar bir abimize, annesinin ve zibilyon tane kız kardeşinin "evlennnn" baskısından illallah gelir. Kankasının bacısıyla çakma bir evlilik sürecine girer. Bu bacının da çocuk evlat edinebilmek için bir nişanlı, koca vs.e ihtiyacı vardır. Olaylar gayet tahmin edilebilir ama yine de eğlenceli gelişir. Beni Charlotte Gainsbourg gibi giydirecek bir imaj maker beklentim var hayattan.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Beni bozkırımın yağmurlarında evde oturtsunlar




İklim muhalefeti nedeniyle Ulan Bator trafiği yazılarına kısa bir ara... "Bir şeyi isterken dikkatli ol, gerçekleşebilir" denir ya, bunu kendime sık sık hatırlatmam gerek. Yağmur, toprak kokusu vs. isterim diye sızlanırken bozkır yağmuru bir bastırdı, pir bastırdı. Yağsın yağmasına da neden hafta içi günlük güneşlik de, kıra bayıra gitmeye niyetlendiğimiz hafta sonu yağmur, fırtına bastırıyor, itirazım var :)

Bozkırın yağmuru da kendi gibi sert, pencereleri fena döven, önüne katıp götüren türden. Bardaktan değil kovadan boşalıyor mübarek.

Yukarıdaki fotoğraf mutfak penceremizden, yağmur pencereyi döverken. Pencerenin gerisindeki duvarın sağında ufak bir kaydırak, kaydırağın ötesindeki tahta perdenin ardında çöplük olarak kullanılan büyük bir çukur var. Kaydırak demişken, burada apartmanların avlusunda genelde mini çocuk parkları var. Duvarın solu ise cumhurbaşkanlığı yazlık sarayı ve muhafız alayı. Her sabah asker içtiması eşliğinde kahvaltı yapıyoruz :). Pencerenin önündekiler ise buradaki yegane başarım, fesleğen ve maydanoz. Bu memlekette hasret olduğumuz yeşilliğe, Adana Real' den alınma tohumlar ve Ulan Bator Bumbugur' dan alınma saksılarla çözüm arayışı :)).



Neyse, yağmur bahane,evde oturmak şahane (?!?). Küresel iklim değişikliği burada kış soğuklarını bile etkiledi, en azından aşırı soğuklar çok sürmedi (I love küresel ısınma zaman zaman :). Nisan' da olması beklenen kum fırtınaları sıcak Mayıs sonunda birkaç gün öylesine esti geçti. Yağmurlu olur diye beklenen Haziran az yağışlı ve kapalı geçti. Asıl yağmurlar Haziran sonu Temmuz başı bastırdı. Temmuz kapalı havayla başladı, hava açalı bir iki gün oldu. Yağmur yağınca şehre yaz ortamı uğradı, gökte bulut kapandı ama yerde havuz fıskiyesi açıldı :).



Havanın ısındığına bir gösterge de yolda belde sergi, gösteri vs. amaçlı gerler türedi. Birkaç sanat galerisi gerlere taşındı. İnşa halinde olanlar var daha, hepsi galeri mi bilemem, yalan olmasın, şaman çarpmasın :).

  • Bugün özlenen: Yaz, deniz, sahil, sahilde kola, dondurma... fırk... Denizden geçtim, göldü, nehirdi razıyım :)).
  • Bugün izlenen: The International. Clive Owen ve Naomi Watts, uluslararası organize suça karşı mücadele eden iki kanun, nizam insanıdır. Bir bankanın büyük çapta silah ticaretine bulaşmasından huylanıp işin peşine düşerler. Olaylar Berlin, Lyon, Milano, New York' ta gelişip İstanbul' da nihayete erer. Oryantalistin önde gideni olsa da birkaç İstanbul sahnesi ve mühimmat üreticisi rolünde Haluk Bilginer' i izlemek güzel. Hiç bilmedikleri Mahmutpaşa' da birbirini köşe bucak, kaybetmeden kovalayan ajan ve mafyalar pek takdire şayan. Film şöyle böyle, havada kalan şeyler olsa da mesajı gerçekçi. Eski komünist, yeni kibar mafya Armin Mueller Stahl ile ajan Clive Owen arasındaki sistem sorgulaması sahnesinde film derdini anlatıp bitirmiş zaten. Diyor ki, İtalyan mafyası rules :)).

30 Haziran 2009 Salı

Moğol şoförü hangi duygunun insanıdır?



(aquaballoon.net)

İstanbul' un trafiği keşmekeş, şoförünün sağı solu belli olmaz, çok fena çok... zannederdim. Türk şoförünün İstanbul' da kaosun içindeki düzene eriştiğini, o asil duyguyu buraya gelince anladım.

Lonely Planet' a göre Ulan Bator' da yapılacak en tehlikeli şey caddede karşıya geçmek. Doğrudur, altına imzamı atarım :)). Yabancıların (Avrupa, Amerika, Türkiye ve çok dahası) Moğol şoförlere dair ortak kanısı, ata biner gibi araba kullandıkları yönünde (bu arada yaklaşık on yıl önce, Ulan Bator yollarında araç ve at sayısı neredeyse eşitmiş). Trafikte yapmayacakları şey yok, en sağdan gelip, ilerleyip, akan trafiğin ortasında durup ani ve yayvan bir U dönüşüyle 50 m. geride kalan sol sapağa uçarlar. İstanbul' daki taksi şoförlerinin pek maharetli olduğu, arabanın başını boş bulduğu yere sokma işini hiç sağa sola bakmadan, patada kütede yaparlar. Şehir efsanesi midir bilmem ama itiraz edeni de evire çevire döverler :)).


(flickr.com- Aaverage Joe)

Tüm caddeler geliş- gidiş ve trafik ışığı sadece bir yöne hitap ediyor. Şöyle ki, karşıya geçmek için, nizami şekilde kaldırımda bekliyorsunuz. Yayaya yeşil yanınca saf saf caddeye iniyorsunuz. Oysa o yeşil sadece yolun yarısına, misal, sadece geliş yönündeki yayaya yanmakta. Caddenin diğer yarısı gidişe ayrılmış, menzil caddenin ortasına kadar. Ortada kalakalıyorsunuz, hiçbirinde refüj de yok. Bir Allah' ın kulu da yayaya yol vermiyor, yayanın hasta, yaşlı, çocuk vs. olmasının en ufak bir önemi yok. "O gelen araba uzakta, hem de beni görünce nasıl olsa durur" yanılgısıyla yola çıkıp, arabanın bile isteye dokundurduğu yayalar gördü bu gözler :)).


(picasaweb- Demir)

Arabalar üstünüze üstünüze geliyor, hele otobüs şoförleri üzerinize gelirken gazı ve kornayı köklemekten anlaşılmaz bir zevk alıyor. O esnada yolun diğer yarısında da arabalara yeşil yanınca orta yerde kalakalıyorsunuz. Önünüzden arkanızdan vızır vızır arabalar geçer, biraz ötenizdeki kasis ya da çukurda size doğru direksiyon kırar ve kesinlikle yol vermezken hayatın anlamına ulaşıyorsunuz :). Tek şansınız hem gelişte hem gidişte trafiğin tıkanması, ki bu karşıya ulaşmak için en doğru zaman. Bir de caddeyi geçmek isteyen bir yaya grubunun oluşması beklenebilir, bu grup geçiş için hamle ettiğinde arasına karışılıp ilerlenebilir. Yaşasın kolektivizm :)).



(panoramio.com)

Yolların yetersizliği ayrı problem. Bir İstanbul simülasyonu olarak düşünülebilir, trafikte yolların kaldırabileceğinin bilmem kaç katı araç var. Artısı (belki de kısmen aynısı :), yollar engebeli, arabaların çoğu eski, sürücülerin kanı deli deli :)). Olsun, yine de yurdum minibüs şoförleri bile Moğol sürücüler yanında Kraliçe Elizabeth' in makam şoförü gibi kalıyor. Sürücüyseniz her an, herhangi bir tarafınızdaki herhangi bir aracın direksiyonu önünüze kırılabilir. Şoför yorulmuşsa, kaldırımdan epey uzak, yol ortası denebilecek bir noktada park edip uyuyabilir. Yayaysanız bilgisayar oyunlarında vurulup puan kazanılan bir yaratıksınız sadece, sağınıza solunuza bir araba tamponu "dokunabilir". Yaya için kaldırımda olmak da güvence değil, sürücü kaldırımı yalayıp geçmek isteyebilir. Kaldırımın kenarında durmayın, sağ dikiz aynası çarpabilir :).

Trafik, araç vs. demişken, burada arabaların çoğu, bu macerasever sürücülük anlayışından olsa gerek, hareket eden ama her an dağılabilirmiş hissi veren metal yığını. Ama bunun yanında envai çeşit ve marka cip de var. Çelişki her yerde mirim :)). Bir dahakine de bunu yazayım.

  • Bugün izlenen: Easy Virtue. Birinci Dünya Savaşı sonrası bir ara, Amerikalı araba yarışçısı (ve fıstık) kadın Jessica Biel, zürefanın düşkünü İngiliz ailenin salak oğluna aşık olur, evlenir (yazık Jessica' ya). Kaynana Kristin Scott Thomas bu durumdan fevkalade rahatsız olur, gelinle uğraşmaya başlar, kaşı gözü oynar. Kocası da hayattan bezmiş Colin Firth' tir. Olaylar İngiliz konağında, çayırında, bayırında gelişir. Jessica bacı çok güzel, Kristin teyze çok başarılı, Colin birader de depresif, bezgin baba rolünde bir tuhaf durmuş. Şöyle böyle.
  • Bugün özlenen: Pakette et ve tavuk satılsa. Paketlerin üstünde paketleme ve son kullanım tarihi yazsa. Misal tavuğun paket tarihi geçen Nisan olmasa. Bir aydır markete gidip Nisan tarihli aynı tavuk paketlerini görmekten sıkıldım.