15 Ekim 2010 Cuma

Moğol çocukları, Moğol çocukları, gözler ileri başlar yukarı...

Uzun bir ara olmuş. Moğolistan' a dair yazacak şeyler bekliyor, başka hiçbir yere benzemeyen koskoca bir ülkeye dair bildiğim bilmediğim bir dünya şey birikip duruyor.

Bir önceki kayıtta kadınlar demiştim, şimdi de çocuklar olsun, önce kadınlar ve çocuklar :). Bu ülkeye dair yazılacak en güzel şeyler hakikaten kadınlar ve çocuklar. Kızma Moğol biraderim, onu yolda belde asabi asabi gezerken, ürkütücü bakışlar atarken düşünecektin; sen höt zöt derken ben Moğol bacımla pek de güzel anlaşıp bebelerin yanağını mıncırdım :)).

Ne diyorduk, efendim bu ülkede çocuklar pek kıymetli. Artık bilemem kaynağı komünist geçmiş midir yoksa doğrudan Moğol kültürü müdür, çocuklara çok özen gösteriliyor. Az laf, çok örnek ve fotoğraf kısmına geçecek olursak:



Bu yukarıdaki "Çocuklar için Yaratıcılık Merkezi". Şehirdeki en güzel (yani eski dönemden :) binalardan biri çocuklara sanat öğretmek için ayrılmış. Fotoğrafı iyi çekememiş olabilirim ama binanın şekli şemali ve mavisi çok güzel. Bizde tarihi bir bina eskaza böyle bir amaca verilecek olsa hemen "yanar", akabinde yerine alışveriş merkezi inşa ediliverirdi.





Bu binalar da ne değil mi... Eski, bakımsız, kunt kunt bloklar... Bunlardan şehirde çok var. Ama bu binaların ardı hep bir avluya bakar. O avlunun ortasında da hep çocuk parkı vardır, n'aber...





Ulan Bator' da beni en çok şaşırtan şeylerden biri de bu, insanın üstüne gelen, of pof blokların ardı hep çocuk mekanı... Binaların önünde korkunç bir trafik, toz, gürültü varken, ardları hep parklar, senenin kısa bir döneminde de olsa yeşillenen bahçeler ve birkaç metre ötedeki keşmekeşten uzakta, güvenle oynayan çocuklar... Parklar hep avlu içinde olduğu için yola top kaçtı, çocuk koştu gitti problemi de yok. Eski binaların çoğunun ardı oyun, yeni binaların ise önü, arkası, sağı, solu toz, trafik vs.





Efendim, şimdi de buyrun 1 Haziran Çocuk ve Anne Bayramı' nda görüntüler. 1 Haziran' da şehirde resmen bir çocuk çıkarması yaşanıyor. Parlamento meydanı, yukarıda görüldüğü üzere bayram meydanına dönüyor, süsler, standlar, oyuncaklar... Sırf meydan değil, tüm şehir balonlar, fırfırlarla süsleniyor. Herkes çocuğunu kapıp sokağa çıkıyor, etraf giydirilmiş, kuşatılmış çocuklarla doluyor. Her cadde, sokak, köşe, bir eliyle anne-babasının elini, diğer eliyle şeker, oyuncak vs. tutan çocukla dolup taşıyor. Bazen "Devlet anne-babalara, çocuklarını gezdirmesi için teşvik mi veriyor?" diye düşünüyorum, öyle bir çoluk çombalak dışarıdalık hali :)). Acaba Türkiye' den bir heyet gelse de "Çocuk bayramı nasıl kutlanır?" konulu bir inceleme mi yapsa :)).

Şehir okulla dolu. 1,2 milyonluk şehirde adım başı bir anaokuluna, ilköğretim okuluna rastlanıyor. Zorunlu eğitim sanırım 11 sene, yanılma hakkım saklıdır:). Eski sinemalar banka olmuş ama eski okullar hala okul. Kimse binaları satmayı, kiralamayı, otel yapmayı düşünmemiş.

Unutmadan, dışarıda hiç yaygara koparan Moğol çocuk ya da bağır bağır çocuğunu azarlayan ebeveyn görmedim, bizdeki klasik AVM manzarasının tersine :). Herkes öfkesini eve saklamıyorsa hem büyüklere hem çocuklara bir sakinlik hakim. Nasıl beceriyorlar acaba :)?

Çocuklar her yerde kıymetli (iyimser bir yaklaşım da olsa) ama bu durum Moğolistan' da daha bir belirgin hal alıyor. Gelişmiş ülkelerde çocuklara verilen önemin büyük resim içinde yeri vardır, diğer renk ve formlar arasında takılır. Ama hem ekonomisi hem coğrafyası zorluk içinde olan bu ülkede bu önem, büyük resmin çok önemli bir parçası. Bu yüzden daha da belirgin, göze daha bir görünüyor.


(hearingvoices.com)

Ancak madalyonun bir de çok ama çok karanlık bir yüzü var, sokak çocukları. Yönetim sisteminin değişmesiyle, fakirleşmeyle birçok büyük ve çocuk sokağa düşmüş. Merkezi ısıtma nedeniyle ısıtma boruları şehrin altından geçtiğinden ve sıcaklık yaydığından, evsiz, işsiz kalan insanlardan, yer altında, boruların yanında yaşamaya başlayanlar olmuş. Dışarıda hala kapakları kaldırıp aşağıya inen insanlar görülebilir.

Sokaklarda hala dilenen çocuklar var ama sayılarının son birkaç yıldır azaldığı söyleniyor (bilenlere ve okuduklarıma göre). Sokakta, yeraltında yaşayan çocuklar çok büyük ve can acıtan bir problem. Bu çocuklara yönelik birçok yerli-yabancı yardım ve proje var. Şehirde çok sayıda yetimhane var, tanıştığım Rahibe Françoise bu sayının 46 olduğunu söylemişti, kaçı devletin, kaçı misyoner bilmiyorum. Devletin yetimhanesini de gördüm, misyoner olanlardan birini de, ikisi de tertemizdi ve çocuklar mutlu görünüyordu. Umarım doğru görmüşümdür ve diğerleri de öyledir

Çocuklara verilen önem, Moğolistan' daki birçok şey gibi değişmez umarım. Şehir ve sosyal hayat hızla değişiyor, kırsal da değişiyordur elbet. Maddi zorluklardan çocuklar da payını alıyor ama manevi kıymetin yerli yerinde kalmasını dilerim.

Ulan Bator' da yapılacak en iyi şey çocuklarla vakit geçirmek sanırım. Ben öyle yaptım, bol bol tombul yanak mıncırdım, insanda stres mtres kalmıyor mirim :)).

27 Ağustos 2010 Cuma

Bozkırın kadınları, Cengiz Han' ın bacıları, Mango' nun müşterileri



Moğolistan birçok alanda geri kalmış bir ülke olabilir ama dünya standartlarını çoktan geçmiş bir yönü de var: toplum, kadının yeri ve bunun sonrasına ekleştirilebilecek bir dolu entel sözcük öbeği. Burada kadınlar dünyaya açık, güçlü ve de süslü.


Burada yeniyken beni en çok şaşırtan (şehrin halinden başka) kadınlar olmuştu. Bu yoklukta, tozda, soğukta, buzda, fönsüz, makyajsız, yüksek topuklu çizmesiz gezen kadın yoktu, hala yok. Şıkır şıkır giyinip geziyorlar, özellikle genç kesim dünya modasından hiç geri değil. Şehir, girişinde “Mango Zara H&M” yazan küçük dükkanlarla dolu. Hani al bir Moğol genç kadını, Paris' in "chic" bulvarlarından birine ışınla, hiç garipsenmez. Şehrin renksizliğiyle pek bir tezat valla. Her yer güzellik salonu dolu, cafcaflısı da var esnaf lokantası kılıklısı da. Kozmetikçiler sıra sıra, Japon' u, Koreli' si, Asyalı kozmetikçiler işgal etmiş burayı. Ama ben özümden taviz vermedim, en canlı renklerde ojelerle gezinen Moğol kadınlar arasında anti-oje bayrağını gururla dalgalandırıyorum :)). Bencileyin bir Alman kadınla halimize bakıp güldük geçende.



(Opera' daki fotoğraflardan, Moğol devlet sanatçısı bir kadın)


Neyse, işin kozmetiğini, cilasını geçeyim de özüne geleyim. Efendim, okumuş etmiş bir Moğol arkadaşımın dediğine göre Moğolistan' da bir cinsiyet sorunu varmış, kadınların lehine bir sorun
:). Yabancı dil bilenlerin çoğu kadın. Dünyaya açık, iletişim kurma, kendini geliştirme derdinde olanların çoğu kadın. Bürokraside, akademide, hele de özel sektörde çok sayıda kadın üst düzey yönetici var. Opera binasında fotoğrafları asılı devlet sanatçıları arasında birçok kadın var. Yıllar yıllar önce bile çok sayıda Moğol kadın oyuncu, ressam, operacı varmış. Çarşı pazardaki satıcıların ezici çoğunluğu kadın. Komünist gelenekten dolayı, yolda, belde, inşaatta kadın işçiye, boyacıya, bahçıvana rastlamak gayet normal. İlginç olan ağır işçi kadınların bile çoğunun makyajlı, fönlü, ojeli olması. Doğu Bloku kadınlarının ortak yönü bu sanırım, hem ağır hem frapan işçiler :)).



(mongolianaltai.uoregon.edu)

Kadınlar açısından Moğol coğrafyası ve hayat tarzı da avantaj sağlamış. Erkek bilmem kaç ay at sırtında savaştayken (yani ortalıkta yokken) kadın çadırında kös kös oturup sadece evinin kadını, bebelerin anası rolünü oynayamayacağından, çadırın kurulup, hayvanların güdülüp, etin hazırlanıp, çadıra dadanan düşmanın ya da hayvanın haklanması ve yaşamın devam ettirilmesi gerektiğinden Moğol kadınları hep güçlü olmak durumunda kalmış. Bir de çadırda hayat, mahremiyeti kısıtladığından, herkes bir arada yaşadığından kadın bedeni, kadın- erkek ilişkileri tabu olmamış. Her şey doğal gelişmiş, kimse kimseyi töredir, namustur diye taciz etmemiş. Kadınlar "vay dere kenarında bacağını gördük, aman da muhtarın oğluyla konuştu, kahvenin önünden geçti, babadan izinsiz çeşmeye gitti, tez aile meclisi toplanıp infaz edile" gibisinden muamelelere maruz kalmamış. Bunun üstüne 70 yıllık komünist dönem gelince çok değişik bir bileşim olmuş. Kadın halihazırda özgürken bu iş daha da değişik bir hal almış.


Kadınlar rahat, zaten kısacık olan yaz döneminde mini mini şortlar, etekler giyiyorlar, bırakın tacizi, kimse dönüp bakmıyor. Daha önce yazmıştım, birçok dükkanda kıyafet denemek için kabin yok, kadınlar ortalık yerde rahatça kıyafet deniyor. Kadın bedeni ve kadın-erkek ilişkileri "aman ayıııp, hiii, namuuuus" değil. Dipnot, Moğol erkekler yerli kadına bulaşmıyor ama Avustralyalı bir kızcağız “Ay dokunup duruyorlar, darlandım” diyordu. Burada da komşunun tavuğu komşuya kaz görünüyor demek :)).


Bu arada aman diyim, bu yazdıklarımdan burada “ahlaksızlığın” kol gezdiği gibi bir sonuç çıkmasın, alakası yok. Kadın- erkek doğduğundan beri yan yana olunca; cinsiyet ayırt etmeyen zorluktaki bir coğrafyaya ve hayat koşullarına karşı topyekün mücadele edilirken kimse kadına "elinin hamuruyla erkek işine karışma" demeyince; kadının saçı, başı, kolu, bacağı tabu olmaktan çıkınca böyle oluyor demek. Kadınlar her yerde, kızlı erkekli arkadaşlarıyla rahatça dolaşıyorlar, kaç- göç yok. Kadının gözünün görünmesini dahi yasaklarken küçücük kız çocuklarını karı diye satan düzenlerden daha sağlıklı.


(smhric.org, Moğolistan' ın önde gelen siyasetçilerinden, eski Dışişleri Bakanı Sanjaasuren Oyun)


İşin siyaset kısmına gelecek olursak, 76 kişilik mecliste sanırım 8 kadın milletvekili, kabinede de bir kadın bakan var (sosyal refah bakanı). Sokaktaki durum meclise pek yansımamış ama bakan yardımcılığı mevkilerinde birçok kadın var.



(icnnd.org, Sodov Onon, Moğolistan' ın eski Brüksel büyükelçisi, Moğol Dışişleri' nde üst düzey yönetici)

Moğol tarihinde kadın han mı diyeyim, kraliçe mi diyeyim, kadın yöneticiler de mevcut. Hem sadece han eşi, Kösem Sultan vs. olarak değil, doğrudan yöneten kadınlar da var. Sağda solda erkeklerle saç başa kavga eden ve birkaç kişinin zaptedemediği kadınları gördükçe, vaktiyle erkek kılığında katıldığı güreş turnuvasını kazanan kadın hikayesine inanasım geliyor. O gün bu gündür Moğol güreşçiler göğüslerini açık bırakmak durumundalarmış, bir kadın yine araya sızıp erkekleri madara etmesin diye :)).


Ama her şey toz pembe değil elbet, rengin kömür karasına döndüğü yerler de var. Örneğin, nikahsız beraberlik ve çocuk yapmak burada çok görülen bir durum. Eyvallah, herkes nasıl isterse öyle yaşar ama bu beraberliklerden doğan çocukların, annenin maddi durumu iyi değilse, yetimhaneye (bazen doğrudan sokağa) bırakılmaları da çok görülüyor maalesef. En acı olan ise, yıkılan bir düzenin acılarını ve yükünü yine kadınların, kadın bedeninin çekmesi. Yoksulluk, parasızlık ve daha birçok şey dünyanın her yerindeki gibi, kadın bedenini erkeğe, yani paraya, yani sisteme sunulan bir meta haline getiriyor. Bu ülke dünyaya açılıyor, madenleri dünyaya açılıyor, para, refah gelsin, standartlar yükselsin, ama bunlara para ve know-how lazım, bunları erkekler getiriyor. Erkekler “aç”, kadınlar ise sadece aç... Kiminin kendi, kiminin ailesi aç; kimi yemeğe, ilaca, kimisi daha iyi yaşamaya aç. İnsanı çok üzen hikayeler var ama ne burası yeri ne de ben ahkam kesecek kadar bilgiliyim. Kadın ne kadar güçlü olursa olsun komünizm, kapitalizm, bilmemnizmler üstü erkek egemen sistem her zaman daha güçlü.


Tarih öncesinde kalan siyaset bilimi eğitimimden bir kuple dinlediniz, esen kalın :)).




16 Ağustos 2010 Pazartesi

Ulan Bator' da Türk köşeleri



Buraya gelmeden önce, bu ülke de Türki cumhuriyetlere benzer zannediyorduk. Türk malları bulunur, birçok köşede Türkiye vardır vs. Heyhat, durum öyle değilmiş. Bu ülke çok uzak, çok soğuk, çok "Çin- Rusya arasında sıkışmış" mış. En azından ithal ürünler anlamında her köşe Çin, Kore, dip bucak Rus, biraz bakınınca Alman, Amerikan vs. imiş.

Yine de burada geçen iki sene içinde bazı değişimlere şahit olduk. Değişime ilk örnek, biz buraya ayak basar basmaz açılışı yapılan Ankara Caddesi (tabelada öyle yazıyor :) ve...



Cadde üzerindeki Atatürk İlkokulu oldu. Şehrin 5 no' lu ilkokulunun adı "Atatürk" olarak değiştirildi, büstü ve açıklaması da konuldu, açılışı da Ekim 2008' de yapıldı. Önünden geçerken insan bir tuhaf oluyor.



Geçen Ekim ayında da Moğol- Türk Dostluk Parkı açıldı. Büyük meydana çok yakın, geniş ve güzel bir park. Lenin heykeliyle Louis Vuitton mağazası arasında, canım memleketim burada da "köprü" yani :).



Bu şehirdeki en Türk köşelerden biri de Milli Tarih Müzesi' ndeki Türk bölümü. Türkiye tarafından yenilenen bu bölüm çok güzel ve kapsamlı. Arkeolojik kazılarda çıkarılan birçok tarihi eser burada sergileniyor. Yukarıda Kül Tigin büstü, daha fazlası için müzeye buyrun :).



Efendim, tüketim sektöründe ise göze ilk çarpan, halk otobüslerine reklam veren Ülker. Birçok markette bulunmakta, memleket peyniri, zeytini vs. bulamayan biçare gönülleri Biskrem ile şenlendirmekte :)).

Onun dışında, bazı alışveriş merkezlerinin kozmetik bölümlerinde Flormar' la varız. Memleketin en eski alışveriş merkezinin (ulsın ih delguur- state department store) orta yerinde, kivican Ebru Şallı ile göz göze gelmek acaip :).

Buraya ulaşmayı başaran Türk markaları arasında Dimes, Bifa, Anadolu kaplanı birkaç makarna, çikolata ve bisküvi üreticisi, iki- üç reçelci, feta peynirci de olsa Gazi ve temizlik gereçlerinde Banat sayılabilir. Ama bunlar her zaman her yerde bulunmazlar, tedarik zincirleri naif, bulunabilirlikleri sürprizlidir. Gönül ister ki bir Tikveşli yoğurt, Fersan turşu, Tahsildaroğlu peynir, Marmarabirlik zeytin olsun ama nafile... Elbet bir gün...



Avrupa' yı donatan Türk tekstil sektörüne gelince, o da buraya biraz yabancı kalmış durumda. Burada kalite algısı Kore, kıyafetten mobilyaya "Kore'yse koy sepete" anlayışı hakim. Ama Kore ayağını denk alsa iyi olur zira son aylarda vitrininde "made in Turkey" yazan mağazalar, reyonlarda Türk malları arttı. Buraya ulaşan Türk giysileri, genelde henüz "à la Laleli- Beyazıt" tadında olsa da "à la Merter" ürünlerin sayısı da hızla artıyor.

Neyse ki Türk tekstili burada sadece girişinde "made in Turkey" yazan mağazalarla sınırlı değil. Bazı alışveriş merkezlerinde Penti köşeleri var. Üniversiteyi Türkiye' de okuyan Moğol bir kadın girişimci, şehrin en büyük alışveriş merkezlerinden birinde "Oya Türk Butik" açmış, biz buradayken mağazasını daha da büyüttü. Adil Işık, Koton vs. bulunabiliyor. Son gelişme Ramsey mağazası, açın Türk tekstilinin önünü!



Bu fotoğraf da eski bir anı, çoktan kapanmış olan Dönerland adlı mekandan. Çok gitmişliğim yoktu ama döneri ve kebabı Avrupa' da satılanlardan daha iyiydi. Adana kebap demişken, Ulan Bator' la Adana' nın kardeş şehir olması kaderin bir cilvesi midir... :).

Burada en büyük eksik (Türk mutfağına fazla düşkün bir Türk' e, kısaca bana göre) Türk restoranı. Eskiden iyi bir tane varmış, batmış. Biz buradayken bir tane açıldı, kapandı. Sahibi bu ay içinde başka bir yerde yine açacakmış, hadi bakalım, bekliyoruz. Bir de buradaki Türk okullarının bir restoranı var, henüz sadece açmasını tattım, iyiydi.

Restoran vs. demişken, bazen sağda solda Tarkan' ın şarkılarını duyuyoruz, hem de safi Moğol mekanlarında. Tarkan koca bir kıtayı, bozkırı aşmış gelmiş valla, darısı diğerlerinin başına :).


(monturk.edu.mn)

Geleyim buradaki en kalabalık Türk köşesine. Yukarıda Ulan Bator' da "Türküm" deyince Moğol' un aklına gelen ilk yerlerden, Moğol- Türk Lisesi. Ulan Bator' da iki, diğer şehirlerde üç okul var. Bindiğim taksilerde şoförün "Turist misin?" sorusunu beni kazıklamasın diye "Hayır, çalışıyorum" diye yanıtlayınca "Türk Okulu' nda öğretmen misin?" sorusuyla karşılaşıyorum. Peki ben bana sorulanı nasıl anlayıp da karşılık veriyorum, işte onu hiç bilmiyorum :). Neyse, bu okullar nedeniyle, yolda belde sinirlendiğimde Adanalı ağzımı açamıyorum zira her an her yerde "Merhaba, Türk müsünüz, ben Türk Okulu' ndanım" diyen biriyle karşılaşmak kuvvetle muhtemel. Dikkat etmekte fayda var :).

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Bir gezgin Moğolistan' ın en içinden bildiriyor


(ömür biter yol bitmez :)

Bugün bloga konuk yazar aldım :)). Ağustos geldi, Ulan Bator' da metrekareye 3-5 turist düşüyor, "neredesiniz ey Türk turistler!" derken Türk bir gezginin (turist değil, gezgin, dikkat) yolu buralara düştü. Bizim gibi "onu yemem, bunu içmem" huysuzluğunda olmadığı için de iki haftada, bizim burada iki yılda gördüğümüzden çok daha fazla renk görüp döndü.
Yazı ve fotoğraflar Alper Metin :)

Ulan Bator`dan 12 saatlik yataklı tren yolculuğuyla Erdenet' e geldim. Ertesi sabah Erdenet` te Sumiyabayar`ın (Alper' in couchsurfing arkadaşı) akrabası beni alıp eve götürdü. Öğlene doğru çoluk çocuk bir minibüse doluşup Sumiyabayar` ın eşi Orhonchimeg`in anne-babasının yaşadığı ger' e gitmek üzere yola çıktık.Yol yok tabii, arazide tekerlek izi bulunca takip ediliyor sadece. Zıplaya zıplaya epey gittikten sonra vardık, birer sütlü- tuzlu Moğol çayı içip tekrar yola koyulduk. Akrabalar için yeni bir ger' in yapılacağı yere gittik. Bütün akrabalar geldi, kimisi zemin kazdı, kimisi ahşap iskelet kurdu, kimisi direkleri boyadı, öteki keçi kesti, çocuklar oynadı, kadınlar hayvanları parçaladı, ben de herkese biraz yardım ettim.


(sakatat temizleme kadın işi :)

Uzun tırnaklı, zarif iki kardeş akşama kadar bağırsak temizledi, işkembe sıyırdı, akciğer doğradı. İkisinin de üç çocuğu var ve jimnastikçi gibi bedenlere sahipler. Zaten Moğolistan` da şişman birine pek rastlamadım.

Bağırsak, mide, dalak, böbrek, ciğer ve tanıyamadığım birçok organla içli dışlı oldum. Orhonchimeg kalan sakatat parçalarını kalın bağırsağın içine doldurdu, bu dolmayı iple bağlayarak kapadı. Tüm et ve sakatatlar ger' deki sobanın kazanında kaynatıldı. Bu arada Sumiyabayar, mide çeperi diye tahmin ettiğim beyaz bir yağ tabakasını hamur gibi kullanarak içine ciğer sardı ve sobanın içine koydu. Ondan bir dilim aldım, şahaneydi.


(Moğol işi hayvan kesimi)

Biraz sonra bir de koyun getirdiler, yetmemiş. Moğolistan`da hayvan kesme yöntemi değişik. Önce karnında kol girecek kadar bir delik açıyorlar, bu esnada nedense hayvanın gıkı çıkmıyor. Sonra Tulga içeri kolunu sokup koyunun ana damarını kopardı, o sırada kısa bir `me` sesi çıktı. Hayvan bu şekilde az acı çekiyormuş.



(oradan bir koyun kap getir evladım)

Sonra akşam kalacağımız ger' e döndük. Oradan da bir koyun yakaladılar, kasabaya götürmek üzere yola çıktık. Yolda lastik patladı, iki tekerleğin arasına taş sıkışmış. Tamire kalkıştılar ama gerekli anahtar yoktu. En yakın ger nerededir diye şöyle bir düşündüler, sonra arazide kaptırdık epey gittik. Bir ger' e vardık, anahtar varmış. Buyur edildik, hemen taze kaymak, ekmek, çay (tabii ki sütlü ve tuzlu) geldi. Moğol çayı şöyle yapılıyor: her ger' in ortasında kurulu sobanın üzerindeki kazana yaklaşık üçte iki süt, üçte bir su konuyor, dallarıyla beraber bir tutam çay atılıyor ve tuz ekleyip kaynatılıyor. Bütün gün bunu içiyorlar. (Aktaranın notu: Yolda kalana yardım etmek, geleni ger' e buyur etmek Moğol bozkırının raconu. Yolda kalanın yardım istemek için araç durdurmasına gerek yok, yoldan geçen biri mutlaka durup bir el atıyor)

Çadırda getirdiğim hediyeleri sundum, tahin, pekmez, badem, kuru üzüm, nazar boncuğu, yemeni, karışık çerez, işlemeli para çantası. Pek sevdiler her şeyi. Bir paket zeytin verdim, genci yaşlısı on beş kişiden biri bile daha önce görmemiş. Evirdiler, çevirdiler, üzerine uzun uzun konuştular, çocuklardan biri korktu, biri dokunmaya çalıştı. Sabah kahvaltıda kazanda haşlanmış sakatatlar vardı, akciğeri tanıdım da diğerlerini tanıyamadım. Şu zeytini açsak da ekmekle yesek dedim, tattılar, meyve mi sebze mi diye sordular, cok garipsediler. Pek sevmediler, oysa bildiğimiz Marmarabirlik extra siyah zeytin canım...


(en hasından ger)

Gece üç kuşak aile hep beraber ger' de uyuduk. Önce Moğol usülü votka içtik, tasa benzer bakır bir bardak gezdiriliyor ve sırayla içiliyor. İlk içen parmağını üç kez içine sokup diline değdirerek tadıyor. Cengiz Han zamanında zehirli olup olmadığını anlamak için böyle tadarlarmış, oradan kalma bir gelenek.



28 Temmuz 2010 Çarşamba

Ger' lerinde lambaları yanıyor


(canada-mongolia-connection.com)

Efendim, Uzak Asya' dan dörtnala değilse de iki uçakla, kısrak başı memleketin, ipek halıya benzeyen toprağın neredeyse en ucuna gidip, geri ata bozkırına döndük çok şükür. O arada blog tatile çıktı, denize girdik, iki yandık, memleket görüp, detoks olup geldik.

Post- memleket/İstanbul/deniz/anadil depresyonumu bir blog kaydıyla atayım bari :)). Bu kayıt da en bir geleneksel, öz otantik Moğol ikametgahı, ger ile ilgili olsun, hadi bismillah...


(patricksmongolianadventure.blogspot.com)

Her şey önce bir toz ve gaz değilse de toz ve ahşap bulutu olarak başlıyor. Yuvarlak bir alan belirleniyor ve...


(patricksmongolianadventure.blogspot.com)


(canada-mongolia-connection.com)

Ger' in iskeleti dikiliveriyor.


(canada-mongolia-connection.com)


(patricksmongolianadventure.blogspot.com)

Ger' imizin kapısı ve tepesi de tamam.


(canada-mongolia-connection.com)


(patricksmongolianadventure.blogspot.com)

Meşhur Moğolistan soğuğuna karşı kat kat keçeyle de sarıp sarmalanınca neredeyse tamam, el el emeği göz nuru, "stüdyo" tipi, sahibinden ger :)).


(howtogetlost.com)

Kurması bu kadar emek isteyen ger' in derlenip toparlanması sadece bir saatmiş. Daire şeklinde olması ve tavanının alçaklığı, rüzgara karşı alınan bir önlem. Bu arada ger' lerin kapıları hep güneye bakıyor. Kuzey, soğuk rüzgarların kaynağı olması nedeniyle, uğursuz yön sayılıyor.

Ger' in içi ise ayrı bir dünya. Mobilyalar pek hoş, parlak turuncu renklerde, rengarenk desenlerde. Ger mobilyası diye adlandırılan sandıklar, sehpalar, masalar... Moğollar parlak renklere çok düşkün. Bu ne yaman çelişki, binalar ve şehir gri, ülke (büyük oranda) bozkır, ger' lerin içi kıpır kıpır...:)).

Ger içindeki racon ayrı bir kayıt konusu bile olabilir. Şöyle ki, içeri girerken eşiğe basmamak, içeride ıslık çalmamak, ayakları ortadaki sobaya doğru değil de kapıya doğru uzatmak gerek. Kadınlar sağda, erkekler solda oturuyor. Ağır misafir, aile reisinin sağında yer alıyor. Kapının yanı ise hiyerarşinin altındakilere ve çocuklara ait. Ateşe su dökmek ya da çöp atmak saygısızlık zira ateş kutsal. Bizdeki ocak benzeri.

Bu arada unutmadan, efendim bu çadırın adı "ger", halis muhlis Moğolca. Sağda solda "yurt" adıyla geçse de aman dikkat, yurt Rusça ve Moğollar bu kullanımdan pek hazzetmiyor.

Ger sakinleri su, banyo ve tuvalet ihtiyaçlarını dışarıda gideriyorlar. Benim şehir içinde gördüklerimde (ve turistik olanlarda) elektrik vardı, bozkırdakilerde bu durum farklı olsa gerek.

Ger' deki hayat tarzı, şehirdeki Moğollar' ın hayatları üzerindeki etkisini sürdürüyor. Buna dair yazılacak epey şey var ama ilgimi en çok çekenle bitireyim konuyu. Efendim, ger' de kadın, erkek, çoluk çombalak herkes bir arada yaşadığından, bizim anladığımız şekilde bir mahremiyet duygusu buralarda pek yok. Misal, kılık kıyafet satan mekanların çoğunda deneme kabini bulunmuyor. Kadınlar ortalık yerde, rahatça pantolon, etek vs. deneyebiliyorlar. Hani müşteri çok isterse satıcı ya beline dolaması ve böyle giyinip soyunması için bir örtü veriyor ya da örtüyü müşteriye perde tutuyor. İlginçtir, örtüyle kamufle olmadan, iç çamaşırıyla kalan kadına bile bir Allah kulu dönüp bakmıyor. Bana da, eteğinden dizi görününce tacizlerden taciz beğenen, sahilde güneşlenirken "deliğanlı"larımızca çevrelenen yurdum kadınlarını düşünüp tüh vahlanmak kalıyor.

  • Bugün izlenen: Big Bang Theory' ye devam.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Moğolistan' da yabancı, atayurtta Türk olmak


(konuyla ilgili ne fotoğraf koyacağımı bilemedim, Bilge Kağan ve Kül Tigin Anıtları' nın asıllarının yer aldığı Orhun Müzesi' ne buyrun)

Yabancılık zor zenaat, dünyanın her yerinde. Dil problemi bir yana, insanlarla hayat akışının, zihin telaşının farklı olması; sokakta ne konuşulur, memleket mi kurtarılır, sadece iş güç mü kotarılır bilmemek; iki lafın belini kıracak eş dost edinmeye debelenmek, bu arada fena halde memleketi özlemek zor. Ama Moğolistan' da bu işler biraz daha zor sanki. Bu memleket her yere uzak, hem coğrafi hem psikoloji olarak. Burası sert doğa ve zor hayat koşullarının şekillendirdiği bünyelerin ülkesi, hal ve tavırlar da buna uygun gelişmiş. Yabancılar pek makbul sayılmıyor, sevilmiyor. Yabancı düşmanlığı var diyeceğim, eskaza burayı okuyan bir Moğol olur da alınır, pek de alınganlar, ülkelerine laf söyletmezler :).

Bu ülke çok uzun süre dünyaya kapalı kalmış, yabancıyla pek temas kurmamış. Sovyetler dağılınca da bir başına kalıp ekonomik sıkıntılarla cebelleşmeye başlamış. Sıkıntılar devam ama yabancılar burada epey rahat bir hayat yaşıyor (yabancılar diyerek aslında bembeyaz yakalıları kast ediyorum, yoksa burada mütevazı hayat süren birçok araştırmacıydı, misyonerdi, gönüllüydü de fink atıyor :). Tüm bunlar eğitimsiz ve işsiz genç nüfus arasında, yabancılara karşı ciddi bir reaksiyon yaratıyor. Bilumum yokluk zamanlarında yokluğu çekilmeyen tek şey olan votkanın da etkisiyle yolda belde durduk yere yabancılara sataşmalar, dalaşmalar olabiliyor. Ters bakmaları, omuz atmaları da es geçmemek gerek. Velhasıl, burası yabancıya kucak açan, yardımcı olan, hadi bunları geçtim, ucundan kıyısından sıcaklık gösteren bir memleket sayılmaz.

Bir de Türk olma durumu var, dünyanın her yerinde, en azından kuzey yarımküresinde, zor bir iş. Hele de Batı Avrupa' da "Türk' üm" dediğiniz an "Aaa, soykırımdı, astınızdı, kestinizdi, AB' ye de giremeyeceksiniz zaten" cümleleriyle karşılaşmak asap bozucu. Fransa' da Allah' ın Brezilyalısı' ndan bile (tanışır tanışmaz) "Ermeni soykırımını tanımadan AB' ye giremeyeceksiniz, ne iş?" cümlesini duymuşluğum var. Sinirim zıpladığından "Bacım sen sambanı yap, plajda caipirinha yudumla, güzel kafanı böyle şeylerle yorma " diyememiştim (böyle de stereotypesever bir insanım, Brezilya=samba :).

Gerçi Moğollar da stereotypesever. Onlar için sapsarı ya da çekik gözlü olmayan yabancıların hepsi Rus, spasiba bolşoy, Ruski nyeto. Rus zannedile zannedile üç beş Rusça sözcük kaptım :))


(Anıtlar ve bazı hayvan figürleri)

Uzatmayayım, burada en azından astındı kestindi tepkileriyle karşılaşmıyoruz. Dünya meselelerine uzak bir ülkede olmanın akıl sağlığına faydaları... Türkiye burada gündemde olan bir yer değil, buranın gündemi sizin bildiğiniz gündemlerden değil :). Türkiye batıda, gelişmiş bir ülke, hepsi bu. Çok çok İstanbul, belki Tarkan... Galatasaray diyen henüz çıkmadı ki zaten futbol bu ülkede mevzu değil.

Buraya gelmek tarihe farklı bir bakış kazandırıyor. Az buçuk kitap karıştırınca biz devlet kura yıka, çoktan batıya doğru yola çıkmışken, Cengiz Han ordularının koca bir kıtayı hallaç pamuğu gibi attığını, Moğollar' ın muazzam bir ordu, haberleşme ve ticaret sistemi kurduklarını görüyorsunuz. Bu coğrafyada kanların aka aka iyice birbirine karıştığını anlıyorsunuz. "Çin Seddi' nin Türkler' e karşı inşa edilmesi"nin bir Moğol' u güldürecek, "Cengiz Han' ın Türk olması" nın ya da "Moğollar zaten Türk canım" cümlesinin ise bu gülüşü ıslak meşe odunlu bir öfkeye çevirecek bir şey olduğunu kavrıyorsunuz.

Türkiye' de "Moğollar şöyle akraba, böyle akraba". Burada değil. Burada Türk yabancı, hepsi bu. Anca okumuş yazmış Moğollar için Türk, benzer köklerden gelinen, dilinde ortak sözcükler bulunan biri. Ama sokaktaki Moğol için Türk, dediğim gibi "İstanbul, Tarkan". Bir de Türk Okulları burada Türk bilinilirliğinde büyük yer tutuyor. Okullar, özellikle disiplin ve yabancı dil eğitimi açısından öne çıkan yerler.

Okuldu, öğrenciydi demişken, Türkler için Moğolistan' daki en büyük sürprizlerden biri sokakta, nasıl olsa kimse anlamaz diye Türkçe bir şey söyleyip sağdan soldan Türkçe cevap almak. Türk Okulları' nın öğrencileri bir yana, Türkiye' de eğitim gören Moğol öğrenci sayısı da yüksek. Birkaç defa, dışarıda telefonda Türkçe konuşurken yanaşıp "Merhaba" diyen Moğollar oldu.

Türk imajı açısından trajikomik bir durum var, unutmadan yazayım. Efendim, Avrupa' daki "bıyıklı, kaşlı gözlü döşü kıllı, yeniçeri Türk erkek, peçeli Türk kadın" imajından hep yakınırız ya, o imaj ta buralara erişmiş durumda. "Aa sen Türk' e benzemiyorsun, o Türk' e benzemiyor" vs. cümleleri duyduk neyse ki :). Bunları duymamak Türk' ü bozar, yoksa yurtdışında olduğumuzu idrak edemeyecektik :)). Hayır, anlamıyorum ki, yeniçeri yeniçeri Avrupa' ya yürümüşüz eyvallah da malum imajımız ta buraya nasıl gelmiş, hep batıya giderek doğuyu mu bulmuş, nedir...

Kısaca, atayurtta Türk' üz ama fena halde yabancıyız da. Bu ülke bizi buyur etmediği gibi kimseyi etmiyor. Ama burada, yolların başlangıcında olmak acaip bir durum. "Biz buradaydık" ı manen hissedip maddeten görmek; yüzyıllara direnen benzerliklerimizi, az gidip uz gidip aslında bir arpa boyu yol gittiğimizi görmek çok acaip. Burası hoşgeldin demese de canı sağolsun, yine de güzel, yine de "zaa, maş bayırtla" (peki, çok teşekkürler) :)).


  • Bugün özlenen: Balkon, teras vs. sefası
  • Bugün izlenen: Salt of This Sea. Ailesi vaktiyle Filistin' den göçmüş, Brooklyn dolaylarından genç bir kadın, dedesinin fi tarihinde bir Filistin bankasında kalan parasının peşine düşmek için Filistin' e gider. Burada derdi gücü yurtdışına kapak atmak olan Filistinli bir elemanla tanışır, beraber çevremizi tanıyalım gezilerine çıkarlar, aşık olurlar vs. Biraz köklere dönüş, biraz yol filmi, çokça sıkıcı...

28 Mayıs 2010 Cuma

Ulan Bator' dan alışveriş manzaraları- 2



Boşluk fena bir şey. İnsan kendini manasız birtakım aktiviteler içinde bulabiliyor. Benim de burada önüm, arkam, sağım, solum boşluk olduğundan kendime manasızlıklardan manasızlık beğendim ve bu aralar saçma bir alışverişe yöneldim. Saçma diyorum zira aldıklarım kek kalıbı, plastik saksı, tuhaf boyutlu uyduruk tabaklar gibi şeyler :). Ben de bunun üstüne bari bir alışveriş kaydı daha yazayım dedim.

Yukarıdaki, buranın en civcivli alışveriş mekanlarından Bumbugur. Alt katında yiyecek, üst katlarında kılık kıyafet ve tabak çanak satılıyor. Üstü kapalı bir Kara Pazar ya da Mahmutpaşa gibi düşünülebilir.





İçi de yukarıda görüldüğü gibi. Dükkan yerine kapısı olmayan, ne denir bilemedim, girintiler var. Sağlı sollu, üst üste mal yığını. Kapı yok, kapatacakları zaman kenarları demir, kalın bir hasır perde kullanıyorlar. Gerçi Moğol esnaf da serin, yerinde olmayacaksa "dükkanının" girişine, bir sandalye üstüne mesela, enlemesine, uzun bir sopa koyuyor. "Gereksiz varlık" müşteri anlıyor ki dükkan sahibi çay içmeye, buuz yemeye ya da laklak etmeye gitmiş. Müşteriye gereksiz varlık diyorum zira burada hakikaten öyle. Satıcının sizinle ilgilenmesi mucize kabilinden bir şey. Genelde toplanıp iskambil oynarlar, erkekse uyuyor (göbeğini açıp uyumak pek revaçta :), kadınsa makyaj yapıyor ya da kaş alıyordur. Tevellütü eski sisteme yeten, kafa kağıdı eski bir satıcıysa da kitap, gazete okuyor ya da bulmaca çözüyordur (komünizmin olumlu etkileri başlığı altında incelenesi bir durum :)).



Burada da bu şehrin alışveriş caddesini görmektesiniz. "Üç dört" diye tabir edilen, ana caddesinde sağlı sollu alışveriş mekanları sıralanan üçüncü ve dördüncü mahalleler. Çok ilginç, mahalle/semt/bölge, her neyse, adları burada da Paris' teki gibi, oh la la :)). Birinci mahalle, ikinci mahalle diye gidiyor.



Alışveriş mekanı dediysem yine Bumbugur benzeri yerler anlaşılsın. Lüks "shopping mall" ları yazmaya, pehlivan tefrikasının o kısmına henüz başlamadım :). Dışarıdan ne olduğu anlaşılmayan iki katlı binalara giriyorsunuz, eski püskü görünen yerlerde yürüyen merdivene rastlayıp dumurlardan dumur beğeniyorsunuz, çokça Çin, epey Kore, belki Japon, arada sırada da "made in Turkey" ürün yığını arasında kendinize yol açmaya çalışıyorsunuz. Ürün çok, kalite az; arayacak sabır ve bulacak göz gerek.

Esnafın bereket için yaptığı birkaç ritüeli atlamamak gerek. Satıcılar müşterinin ödediği parayı raflardaki ürünlerin üzerine sürüyor. Bizdeki parayı yüze sürme benzeri herhalde :). Bir de tütsü yakıp dumanını ürünler arasında gezdiriyorlar, bu yüzden alışveriş mekanlarına girince, koku itibarıyla Budist manastırına girmiş gibi olabiliyorsunuz :)).



Bu kayda sırlar kapısı kılıklı bir dükkan girişiyle son vereyim :). İçini görmedim ama bu dükkanı dışarıdan çok fantastik buluyorum. Burada büyük markaların mağazaları pek yok (Louis Vuitton, Burberrys vs. var ama ben gitmediğimden sayılmaz :). Mağazalarda genelde üç-beş parça bu marka, iki-üç parça şu markadan satılıyor. Çoğunun adı yok bile. Bu yüzden giriş kapısından daha büyük bir Zara tabelasını çok girişimci, inovatif (oh yeah!) ve takdire şayan buluyorum :)).

  • Bugün özlenen: Memlekete gitmekten bahsederken Meksikalı bir kadın bana "Ülkende en çok neyi özledin?" diye sordu. "Her şeyi" dedim :).
  • Bugün izlenen: Criminal Minds' a sardırdım. Seri katiller peşindeki FBI ajanı arkadaşların hikayesini izleye izleye, halihazırda asosyal olmuşken, level atlayıp memlekete psikopat olarak döneceğim sanırım :)).

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Moğol bozkırında renkli ovoo' lar


(wunderground.com)

Moğolistan, şaman etkili bir Budizm yaşayan bir memleket. Buraya yeni geldiğimde ağaca, köprüye, elektrik direğine bağlanan mavi örtüleri (khadag) görünce "Aaa bizim dilek ağaçları gibi" demiştim ama dahası da varmış.

Şehir merkezinden azıcık uzaklaşır uzaklaşmaz yolun sağında solunda sizi ovoo' lar selamlıyor. İrili, ufaklı, şamanist taş tepecikleri... Daha çok tepelerin üstünde olsa da yol kenarlarında da ovoo' lara rastlanıyor.


(blueskymongolia.info)

Ovoo' lar dağlara, gökyüzüne tapınma yeri. Etraflarında ateş yakılıp, dans ediliyor, üzerlerine su, süt, votka serpiliyor ya da dibine tatlı bırakılıyor. Bir de güvenli seyahat sağladıklarına inanılıyor. Şehirler arası yollarda, yolun sağı solu ovoo dolu. Güvenli seyahat için ovoo çevresinde saat yönünde üç kez dönülüyor, üzerine küçük taşlar atılıyor. Bunları yapmaya vakti olmayanlar ise ovoo yanından geçerken birkaç defa kornaya basıyor.

Komünist dönemde ovoo seremonileri yasakmış ama insanlar ritüellerine gizli saklı devam etmişler. Ovoo' lar hala Moğolistan bozkırını güzelleştirmeye, renklendirmeye devam ediyor.

Bu kaydı ovoo etrafında geçen bir kliple bitireyim. Buraların en sağlam folk- rock grubu Altan Urag' dan geliyor "Hiliin Chanadad".




  • Bugün özlenen: Cıncık gibi hava, yumuşak, bildiğin bahar havası... Kışın eksi bilmemkaç, her yer buz (soğuktan kar bile yağamıyor), baharı beklersin kumrular gibi, gafilce... Mayıs gelince de ya kum fırtınası ya da soğuk, yağmur vs.
  • Bugün izlenen: The Painted Veil. 1920' lerde geçen filmde hoppa Naomi Watts, düz adam diye nitelendirilebilecek doktor Edward Norton' la mantık evliliği yapar. Kocasından hazzetmeyen Naomi, yerleştikleri Şangay' da zampara bir İngiliz diplomatla fingirder. Kocası öğrenir, pek tepki vermez. Ama hemen akabinde Çin' in koleranın kol gezdiği uzak bir köşesinde çalışmaya talip olur, karısını da zahmetli bir yolculukta beraberinde götürür. Olaylar yavaş yavaş gelişir, hoppa kız hanyayı konyayı öğrenmeye başlar. Fena değil, en güzel tarafı, muazzam doğa görüntüleri var. İnsanın Çin' in ücra yerlerine gidesi, göldü, ormandı, dağdı göresi geliyor.

28 Nisan 2010 Çarşamba

Bir bahar akşamı rastladım size Mr.Putin


(Moğol ve Rus bayraklarıyla örülmüş meydan dört baştan :)

Efendim, geçen yıl Mayıs başlarında Vladimir Putin beş saatliğine şehrimizi şereflendirmişti. Bencileyin tembel, o mukaddes günün fotoğraflarını ancak aktarabildiğimden, kendisini anmak ziyaretin- yaklaşık- birinci yıldönümüne denk geldi.

Çok güzel bir gündü, öyle böyle değil. Şöyle ki, apartmanın kapısından çıkar çıkmaz bir tuhaf olmuştum. Etrafta çıt yoktu, değil stereo yayın yapan korna (ve balata) sesleri, insan sesi bile yoktu. Bir an sağır oldum ya da kalan üç gram aklımı da yitirdim sanmıştım, öyle bir sessizlik. Sonra avluda ilerleyip yoldan hiç araba geçmediğini fark edince dank etmişti, o gün Putin' indi.



Yukarıda şehrin ana arteri Barış Bulvarı, normalde neredeyse 7/24 tıkalıdır. Bilumum çeşit (havalı, havasız, asap bozan, sinir zıplatan...) korna sesinin haddi hesabı yoktur. Ama o gün bomboştu işte, heyt, rahat rahat, ezilme tehlikesi atlatmadan, yüzüme bir dikiz aynası darbesi yeme riski yaşamadan karşıya geçmiştim.





Sadece Barış Bulvarı değil, bulvara çıkan, Parlamento' nun yanında yöresinden geçen her yol trafiğe kapatılmıştı. Hepimiz yol kenarına dizilmiş makam arabalarının geçmesini, hatta bir ihtimal Putin' i görmeyi bekliyorduk.



En büyük kalabalık, Parlamento' nun yamacındaki Kültür Sarayı' nın önündeydi. Yol kenarlarına yığıldık, bir nevi "bekleme yaptık" :)).



Parlamento' nun her tarafına, 2-3 metre aralıklarla polisler konuşlanmıştı, bir yerden sonra Parlamento çevresinde yaya trafiğine bile izin vermediler. Sıra sıra polisler, dikile dikile sıkılmışlar mıdır acaba?



Amma uzattım yahu, hasıl- ı kelam, bir dolu simsiyah minibüs ve makam arabası geçti gitti. Millet siyah camlara el salladı, ben daha iyi görmek için kalabalığın arasında zıpladım, heyhat, siyah camlardan başka bir şey görmek nasip kısmet olmadı.

Araçlar geçti, Parlamento' ya girdiler. Bir dolu mevki makam sahibi, siyah giyen adam artık ne müzakere ettiyse etti. Görüşmeler bitip de Putin geri havaalanına ulaşana kadar şehirde hayat durdurulmuştu.

Putin halihazırda önemli bir şahsiyet, önemi bu coğrafyada katlanarak büyüyor haliyle. Beş saatliğine uğradı, "şehre bir film geldi" sanki. Gerçi benim şikayetim yoktu, ne de güzel olmuştu :)). Bunu saymayız, daha sık gelsin, yatıya kalsın, karpuz keselim, kuzu çevirelim ve o arada kafamızı dinleyelim. Ara sıra da olsa trafik olmasın, kornalar (hele de havalı olanlar) çalmasın, hava zaten kirli, bir de gürültü kirliliği olmasın... Eskaza hava da ısındıysa yolda belde rahat yürümenin, sağda solda bitiveren ağaca, çiçeğe bakmanın tadını çıkaralım.

  • Bugün özlenen: Bulaşık makinesi, buradaki yabancı kadınların en büyük özlemi. Bulaşık makinesi pek kullanılmıyor burada, lüks evlerde bile genelde bulunmuyor. Niye acaba? Pek dışarıda yemediğimiz ve dolayısıyla devamlı bulaşık çıkardığımız için kendimi bulaşık makinesi gibi hissetmeye başladım, anti-otomatik, tam- manuel makine :)).
  • Bugün izlenen: Vicky Cristina Barcelona. Bu filmi izlemeyen bir ben kalmıştım herhalde, o yüzden konusundan bahsetmeye lüzum yok. Neymiş, kuş uçmaz, kervan geçmez, hala soğuk, hala gri memleketlerdeyken Akdenizli, hatta yekten denizli, manzaralı, ağaçlı, çiçekli, esintili, yaz akşamlı, uçuşan bir film izlemek ruh sağlığına iyi gelmiyormuş :)).