29 Kasım 2009 Pazar

Ulan Bator' da dostluk parkı, parksızlık dostluğu



Kasım' ın başlarında burada Moğol-Türk Dostluk Parkı açılışı vardı. Park yerine karar verilmesi, peyzajının yapılması, bürokratik süreç derken Kasım' a yetişti, açılışı da Türk- Moğol karma heyeti yaptı.





Park aslında epey büyük bir alanda, sanırım 18 hektar. Öyle bizim ilçe belediyelerinin yol kenarına yaptığı mini parkımsılara benzemiyor. Ama güzelliği yaz gelince anlaşılacak, şimdi her şey kupkuru ve soğuk. Bayağı bir çalışma yapılmış, fıskıyeli havuzda rengarenk ışıklı oyunlar olacakmış, parktaki hayvan heykellerinin altında müzik tesisatı varmış, müzik yayını olacakmış vs.



İnsan bayrağını görünce bir tuhaf oluyor canım :)). Arka fondaki kunt bina da Ulan Bator Oteli, bir zamanlar şehrin tek lüks oteliymiş, SSCB ekabirinin buraya ziyaretlerinin ev sahibiymiş. Zaten yine bayrağın arkasındaki inşaat eski Komünist Parti binası, otelle Parti binası komşuculuk oynarmış vaktiyle :)).

Ulan Bator' la yurdum şehirleri, parksızlık konusunda pek sıkı fıkılar. Bozkırdan göçen ve bozkırda kalan nesiller, yeşile düşmanlık konusunda fikir ve gönül birliği etmişler sanki, DNA' mıza işlemiş. Burada da şehir kupkuru, şehirden çık, dağ bayır yemyeşil, memleket benzeri... Hadi burada iklim müsait değil, ekonomik durum ve dolayısıyla öncelikler farklı, bize ne oluyor... En bereketli topraklarda, en müsait iklimde kupkuru, gıpgri oturuyoruz, oturtuluyoruz. Nefes alacak, gözün ve zihnin bezginliğini silecek bir dal yer yok, olana da üç vakte kadar alışveriş merkezi dikilir zaten. Vaktiyle Pakize Suda yazmıştı, "Türkler' in en büyük ortak özelliği boş bulduğu yere beton dökmektir, dökmezsek rahat edemeyiz" diye.



Amma sinir yaptım yahu :)). Neyse, parkın devamında Lenin' in kalan son heykellerinden biri var. İnsan zaman tüneline girmiş gibi oluyor. Lenin, karşısında pıtrak gibi biten tuhaf binalara bakıyor, eskiden Lenin Müzesi olan yerin şimdi teknomarket olmasını da düşünüp fena oluyordur herhalde. Ne bileyim, bazen komünizm fena değilmiş diyorum. Burada bir önceki neslin eğitim seviyesinin, okur yazarlık oranının yüksekliği, şu an üst düzeydeki bürokratların (bir kısmının tabi) köyde doğup büyümüş, devletçe Moskova' da okutulmuş - misal- çoban çocuklar olması ama yeni neslin ne eğitim, ne iş alanında bu kadar şanslı olup, şehrin sokaklarında öfkeli bir dolu delikanlının dolaşması insanı düşündürüyor. Sonra markete gidiyorum, "ay şu marka cipsi mi alsam, bu markayı mı, aman da hardal varmış" diyerek tüketim sürecine girip özüme dönüyorum :). Hem 30' undan sonra solcu olana ne denirdi :) ?

Mevzuma döneyim. Park güzel oldu, gidip parkta vakit geçirmek için havanın ısınmasını, ortalığın yeşermesini bekliyoruz. Uzun vadede gerçekleşecek bir istek, önümüzde -30' lar, 40' lar duruyor daha. Ama bir de hava ılımanlaşıp yağışlı mevsim başlayınca daha ilk damlalarda yol bel yeşeriveriyor. Her şey birdenbire oluyor :)).

  • Bugün özlenen: Kurtuluş' taki evimize temizliğe gelen bir Nuriye Hanım vardı, giriş katında oturan Madam Marika' nın has elemanı. Onu özledim yahu, ne mukallit kadındı :)). Yaptığı işi kendi de beğenmeden gitmezdi. Buradakilerle (dil probleminden kelli elbet) sohbet edememek bir yana, genelde hangi deterjanla, hangi bezle neresi silinir bilmiyorlar.
  • Bugünlerde izlenen: Bir Big Bang Theory olsun, bir Mad Men olsun, artık Allah ne verdiyse...:))

6 Kasım 2009 Cuma

Moğolistan o kadar yeşil(miş) ki...



Efendim, Moğolistan' ın çayırına çimenine devam etmekte fayda var. Ulan Bator kış grisine bürünmüşken, bu memleketin baharını yazını hayal etmek en güzeli :).

Her daim büyük şehirden uzaklaşmak gerek. Toprağa basmak, yeşile bakmak, su görmek gerek. Bu memlekette de bu şehirden uzaklaşmak gerek. Moğolistan nedir, doğası nasıldır, dereler, tepeler nasıldır görmek için Ulan Bator' da kalmamak, atlayıp dağa taşa gitmek gerek. Yoksa insan Moğolistan' ı- bencileyin- gri, boz ve tozdan ibaret sanma yanılgısına düşebilir.



Şehirden çıkar çıkmaz göz alabildiğine yeşil ovalar uzanıyor. O sonsuz düzlükte, insana kendini dev bir çiftlikte yaşıyormuş gibi hissettiren sayısız büyükbaş ve küçükbaş hayvan otluyor. Görünürde bir Allah kulu yok ama kendi kendilerine, rahatça yayılmış o kadar çok hayvan var ki... Ne bileyim, onların evine hurra diye dalmışız gibi, gürültü ederek rahatlarını bozmuşuz gibi... Sen o manzaraya fazla teknolojik kalan cip "içinde" azsın, onlar en organik "dışarıda" çoklar... Arada üzerinde binicileriyle koşan atlar var, hakikaten zarif bir görüntü.



(wikipedia.org)



Neyse, bu kadar edebiyat yeter :). Geçen Temmuz' da, şehre 80 km. uzaklıktaki Terelj Milli Parkı' na gitme şansımız oldu. Şans diyorum zira hem burada özel araç olmadan/ kiralamadan gezmek mümkün değil (şehirlerarası taşımacılık diye bir şey varla yok arası) hem de Haziran ve Temmuz aylarında tüm hafta sonları yağmur yağdı.





Burası epey bilinen, içinde birçok turistik ger kampı olan bir milli park. Misafirler gerlerde kalıyor, gerler büyük ölçüde otantik şekilde dayanmış döşenmiş. Tuvalet, banyo dışarıda. Bizdeki, sahillerin beton yığını haline gelmesinden önceki zamanların çadır mocamp' larına benziyor.



Biraz tırmanıp yukarıdaki ovoo' yu yakından görebildik. Taş maş yığmamışlar altına, niye ki...


(trekearth.com- Xke)

Terelj' de görülmeye değer şeylerden biri de Kaplumbağa Kayası". Terelj' e tekrar gidip kalmak, tosbiğin fotoğrafını çekmek ve tepesinde kendiminkini çektirmek de nasip kısmet olur inşallah :)).

  • Bugün özlenen: Bina numarası ve sokak ismi uygulaması. Buradaki adres tarifine hala alışamadım, postanenin arkası, bilmemne bankasının çaprazı diye aramakla, birbirinin aynı binalar arası yürümekle yolları aşındıracağım :).
  • Bugün izlenen: Back Soon ya da İzlandaca adıyla Skrapp Ut. İlk defa İzlanda filmi izledim, çok matraktı. İzlandalı bir şair kadın, çocuklarını alıp başka ülkeye taşınmak ister, dolayısıyla paraya ihtiyacı hasıl olur. Aynı zamanda memleketin en büyük "ot" tedarikçilerindendir. Müşterilerinin numaralarının kayıtlı olduğu (ki müşterileri Reykjavik' in yarısına tekabül etmektedir :) cep telefonunu satıp planın finans yönünü halledecekken telefon akla hayale gelmedik bir yere girip kaybolur. Telefon sırra kadem basar, şair kadın telefonun peşine düşer, onun hakkında tez yazan naif Fransız öğrenci de onun peşine düşer. Telefonun aranması ve bulunması sürecinde, şairin müşterisi olan birçok kişi de onun evinde takılır vs. Arada dramatik öğeler olsa da (ehemm :) çok eğlenceli.

1 Kasım 2009 Pazar

Hepimiz pratik bozkır insanıyız


(psdblog.worldbank.org)

Bu aralar çok gezentiyim canım, "koltuğa yayılıp kalmama" kampanyam çerçevesinde mümkün mertebe dışarı çıkıyorum :)). Bu çıkışlardan biri de Gobi Kaşmir' de indirim günleri vesilesiyle oldu ve Moğol hemcinslerim sayesinde pek eğlendim.

Gobi Kaşmir demişken, Gobi buraların en büyük kaşmir konfeksiyoncusu. Vaktiyle Moğollar' la Japonlar savaşmış, Japonlar da savaş tazminatı olarak Gobi fabrikasını kurup Moğol Devleti' ne vermiş. Birkaç yıl öncesine kadar devlet şirketiymiş, özelleştirmede Japonlar almış :).



Bu hafta sonu Gobi' de indirim vardı, geçen sezondan kalanları elden çıkarıyorlardı sanırım. Merak edip gittim, ortam "bir cumartesi günü Bahariye Mango Outlet" havasındaydı :). Tezgahlara değil bakmak, yanaşmak bile mümkün değildi. Moğol kadınlar da omuz atmak konusunda epey başarılı hani :). İstanbul' daki bir Beşiktaş olsun bir Yeşilköy olsun, pazar deneyimlerimden faydalanıp araya dalarak bir kazak kaptım. Hatta daha da ileri gidip hem M hem de S bedenini buldum.



Bir köşede acaba M mi olsun S mi olsun diye kazakları ölçüp biçerken olaylar gelişti :). Elimdeki kazakları gören bir Moğol teyze bana Moğolca bir şeyler anlatmaya başladı. Tek kelime anlamasam da konuşmasındaki uyarı tonundan huylandım ve bildiğim iki üç kelime Moğolca ile "Bu kaşmir değil mi?" dedim, dediğimi sanıyorum en azından :). Neyse, teyze ısrarla konuşmaya devam etti, "üç üç" hareketi yapmaya başladı. Anlamadım, "Teşekkürler kız kardeşim" dedim (burada tüm kadınlar bacı, hitap böyle), satıcıya yöneldim. Adam etiketleri göstererek işaret diliyle bana tek kazağın 39 bin tugrug (Moğol para birimi, değeri yaklaşık TL kadar), üç tane alırsam 99 bin olduğunu söyledi.



O kalabalığa tekrar dalamam deyip upuzuuun kasa kuyruğuna girdim. Sırada, elimde tek kazak olduğunu gören bir Moğol kız (onun elinde de tek kazak var) bana doğru Moğolca bir şeyler söylemeye başladı, hiç üstüme alınmadım. Ben buz gibi durunca yanındaki arkadaşı yine Moğolca hamle etti. Hamle edenin elinde de tek kazak olduğunu görünce uyandım, teki 39 bin, üç alana 99 bin olayı... Kızcağız cep telefonunu çıkarıp bana 39 bin, üçle çarp, 99 binden çıkar vs. hesaplar göstermeye başladı. Ok dedim, madem üçümüz kazağa girip kâr edeceğiz, neden olmasın :). Hemen sıraya giren kıza ödemeyi yapıp İstanbul' da minibüste arka dörtlü anılarına daldım. Birbirini tanımayan dört yurdum insanının organize olup, bozuk paraların tüm parası olanda toplanmasıyla oluşan yurdum pratikliğinin çok da uzak olmadığını görüp sevindim :). Aynı şey, alışverişin tek elde birleşip kâr edilmesi (ya da zaman kazanılması) bir Fransız' a teklif edilse ne tepki verirdi acaba...

Neyse, mekandan çıkarken, başta beni tespit edip "üç üç" diyen teyzeyi gördüm. Bana "hayırlı olsun, neyse ki olayı çözdün" der gibi gülümsedi :)).

Moğollar' ın pek yabancı dostu olduğu söylenemez. Ama alışverişte bazen çok pratik olanı, hatta dostça çözümler sunanı da olabiliyor. Bundan tam bir yıl önce bir pazar öğleden sonrasını perde halkası arayarak geçirmiştim. Perde halkası diye öğrendiğim Moğolca kelime meğer elbise askısı demekmiş, elde var sıfırdı. Sonunda, işaret diliyle derdimi anlayan bir satıcı kadın elinde kalan son halkayı bana vermiş ve Moğolca "Al bunu, bende de son kaldı zaten, ararken satıcılara gösterir derdini anlatırsın" demişti. Bunu Moğolca söylemişti tabi, ama bazen yüz ifadesi ve ses tonu iletişimde daha anlamlı olabiliyor :)).

  • Bugün özlenen: Valla aslında özlenen her daim çok da bugün başka, zira dolapta 29 Ekim resepsiyonundan kalan lahana sarma ve şekerpare var, heyt :).
  • Bugün izlenen: Last Orders. Sakin bir İngiliz filmi. Hayatları birlikte geçmiş dört amcadan biri ölür. Vasiyeti de yakılmak ve küllerinin arkadaşları tarafından, gençliğinin geçtiği yere savrulmasıdır. Üç arkadaş ve ölenin evlatlık oğlu yola çıkar, yolda ortak anılardan bahsetmeye başlar, flashback' ler girer. Ortaya Bob Hoskins ve ölen Michael Caine' in karısını canlandıran Helen Mirren' in çok iyi oynadığı, anılar eşliğinde bir yol filmi çıkar. Çok acaip, sanki hiçbiri oyuncu değil de yönetmen kamerasını herhangi bir İngiliz pub' ına ya da dost olan üç yaşlı adamın yolculuk ettiği arabaya çevirmiş gibi.